Erik dalı ve hakîkat!

”Çıktım erik dalına anda yedim üzümü, Bostan ısı kakıyup der ne yersin kozumu.”  Yûnus Emre tarafından söylenmiş, dört kapının tasavvufî anlamını vurgulayan bu meşhûr şiir asırlar geçtikten sonra Niyazî-i Mısrî’nin enfes yorumuyla farklı bir derinlik kazanmıştır. Hakîkatı arayan şerîatı bir erik gibi görür; çekicidir fakat içi yenmez serttir. Ayrıca özellikle dağ eriği çok ekşidir; yerken

PANORAMA - NEWS 24 Şubat 2021 BLOG

”Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,
Bostan ısı kakıyup der ne yersin kozumu.” 

Yûnus Emre tarafından söylenmiş, dört kapının tasavvufî anlamını vurgulayan bu meşhûr şiir asırlar geçtikten sonra Niyazî-i Mısrî’nin enfes yorumuyla farklı bir derinlik kazanmıştır.

Hakîkatı arayan şerîatı bir erik gibi görür; çekicidir fakat içi yenmez serttir. Ayrıca özellikle dağ eriği çok ekşidir; yerken insanın dişini kamaştırır. Bu nedenle en fazla bir tanesi yenebilir. Onun için derviş tarîkatı dener. O da üzüme benzer; üzüm çok faydalıdır, bir veya birkaç salkımı yenebilir. Fakat onun da içinde taşlar (çekirdekleri) vardır. Çekirdekler dişe dokunduğu için bu kapıda da katlanılması gereken bazı zorluklar bulunmaktadır. Bu nedenle derviş mürşid tarafından, hakîkata yönlendirilir. Hakîkat ceviz gibidir; sert ve yasaklayıcı bir dışı vardır, ama içi çok zengindir.

Yûnus’un söylediği beyitteki koz (ceviz), dört parça olmakla, dört kapıyı ifade etmektedir. Üzüm ve erik, hakîkat ve şerîatın karşılığı olarak zikredilmiş birer mecâz olmaktadır. Üzümün her şeyi yendiği ve pek çok mamülü olduğu halde, eriğin sadece dışı yenir. Anadolu’nun dört manevî direğinden biri sayılan Şeyh Şaban-ı Velî de şerîatı bademin sert kabuğuna benzetmiştir. Bu kabuğu kırmayan kişi dini kabuktan ibaret zanneder. Böylesi kişilerin din anlayışlarında sertlikten, tavizsizlikten ve katılıktan yana bir tavır bulunmaktadır. Günümüzdeki IŞİD ve El-Kâide gibi radikal ve selefî din anlayışına sahip terör ve şiddet yanlısı örgütler, İslâm’ı ve Kur’ân’ı sadece şerîat olarak anlayan ve böyle anlaşılması gerektiğini direten ve dayatan konservatif (tutucu) akımlardır.

Gerçekte iç yüzü anlaşılmayan şerîatın “farz” veya “vacip” kavramlarıyla emir haline getirdiği ibadetlerin yerine getirilmesi de zordur. Yazın ortasında oruç tutmak, kışın ortasında abdest almak, şerîat kapısındaki her insanın nefsine ağır gelebilir. Bunun için ibâdetin lezzetini, tadını almak ve rûhânî zevke ulaşmak gerekmektedir.

Öncelikli olarak bireylere, ibadetlerin “en şerefli varlık olarak” yaratılmış olan insanın kendini gerçekleştirme sürecindeki anlamı ve önemi fark ettirilmelidir. Buna ibadetlere anlam yükleme manasına gelen “ibadet fenomenolojisi” denmektedir. Tasavvuftaki dört kapıya karşılık olarak geliştirilmiş olan “âbid, zâhid, ârif, âşık ve sâdık” kavramları bu eğitim sürecini ifade etmektedir. Alevî Bektâşî geleneği ile birlikte Anadolu’daki diğer sûfî hareketlerde de şerîat kapısındakiler “ham ervâh”, hakîkat kapısındakiler ise “olgun ervâh” olarak kabul edilmişlerdir.

Tasavvufta şerîat zorunlu, tarîkat ise gönüllü Müslümanlık kapısı olarak görülmüştür. Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Şeyh Şâbân-ı Velî ve Hacı Bayrâm-ı Velî gibi Hakk ve halk dostlarının güler yüzlü, şirin sözlü muhabbet meclislerine ev sahipliği yapan tekke ve dergâhlar insanları kırmadan, incitmeden zorunlu Müslümanlık kapısından gönüllü Müslümanlık kapısına kılavuzlamışlardır. Anadolu binasını taşıyan dört manevî direk (evtâd-ı erba’a) olarak kabul edilen ve İslâm’ın güleryüzünü temsil eden bu Erenlerin sözlerinin geçtiği asırlarda Türk, Kürt, Ermeni, Rûm, Yahudi, Mevlevî, Bektâşî ve Halvetîler birlik ve dirlik içerisinde yaşamışlardır.

İslâm’ı sadece şerîattan ibaret sayan ve tasavvufa düşman medreselerden mezun olan Şeyhülislâmların yazdığı fetvâlarla on binlerce Alevî, Bektâşî, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi meşrebinden, mezhebinden, dilinden veya dininden dolayı düşman ilan edilmiş; şerîatın soğuk yüzü milyonlarca insanı vatanından, toprağından, sevdiklerinden ve hayatlarından koparmıştır.

Ne büyük talihsizliktir ki Yûnus Emre’nin bir muamma (bilmece) şeklindeki bu şiirini yorumlayarak anlamamızı sağlayan Niyâzî-i Mısrî de kendi zamanındaki Osmanlı yönetimine hakim olan selefî ve radikal zihniyetli, dünyayı sadece şerîat merkezli görebilen Kadızâdeliler tarafından Limni adasına sürgün edilerek on altı yıl sürgünde yaşamış ve bir Muharrem günü sürgünde Hakk’a yürümüştür. Bu zihniyet halen de can incitmeye, hayat karartmaya, insanları ötekileştirmeye devam etmekte, sevgi ve saygı yerine kin, nefret ve düşmanlık üretmektedir.

Evet, şerîatın soğuk bir yüzü de vardır. “Şerîatın kestiği parmak acımaz.” sözü şerîatın katlanılması zor varlığına veya gerekliliğine dikkat çekmektedir. Şerîat/hukuk, toplumsal birlikteliğin devamı için kişisel veya toplumsal kuralları düzenler. Kurallara uymayanlara yaptırımlar/cezalar öngörür. Şerîat kapısındaki din eğitimi anlayışı dıştan içedir ve sonuç odaklıdır. Bir inancı veya değeri kişinin anlamasını, kavramasını, benimsemesini, kendisine maletmesini beklemez. Direk olarak sonuç bilgileri verir ve bunlara tavizsiz bir şekilde uyulmasını ister.

Ancak şerîatın diğer bir yüzü de asıktır. Halk arasında suratı asık birisine “Yüzün mahkeme duvarı gibi!” uyarısı da mahkemede karar verme mercii olan hâkimin suratının asıklığına vurgu yapmaktadır. Hiçbir hâkim mahkemede verdiği kararı mahkûma gülerek, tebessüm ederek bildirmez. Aksine oldukça ciddi bir tavır takınır. Suçluya içi acımaz ve gerektiğinde kalemini kırar.

Dinin şerîatten, yani kanun ve kurallardan ibaret sayılması da toplum üzerinde benzer bir etki meydana getirmektedir. Okullarda gerçekleştirilen din eğitimi-öğretimi sırasında öğrencilerine sadece dinin ilmihâl, yani kurallar veya başka bir ifadesiyle, helâller-harâmlar, emirler-yasaklar kısmını öğreten bir öğretmen tıpkı mahkemedeki hâkim gibi bir tavır ve tutum sergiler.

Öğrenciler sorularını gayet ciddi bir şekilde sorarlar; öğretmenler de aynı ciddiyetle cevap verirler. Böylesi bir öğretimde sevdirme, imrendirme, iyilikleri çekici hale getirme, kötülükten nefret ettirme ve uzaklaştırma yoktur. Duygulara, kalp ve gönle hitap edilmez, onlara önem de verilmez. Yani din eğitimi-öğretimi sadece ilmihâl öğretiminden ibaret kaldığında yavanlaşır, kurallar manzûmesinin, sınırlandırmaların haberdar olma seviyesinde öğretiminden ibaret kalır.

Şerîat kapısında harâmlara yaklaşmak yasaktır. Birinin malına, canına, ırzına ve namusuna zarar vermek yasaktır. Fakat kişinin harâmda ve başkasının malında, canında gözü ve gönlü olabilir. Kişi bir başka kimseyi darp veya katl etmemiş olabilir. Fakat henüz başkalarına karşı kalbindeki kîni ve kibri atmamış olması mümkündür. Bir insan hukûken suç olmasa bile yaptığı bir dedikoduyla, toplumsal belleğe aşıladığı önyargılarla, attığı iftiralarla kişilerin ölümüne, kitlelerin katliamına neden olabilir.

Tarîkat kapısının dinî hayata getirdiği zenginlik ve güzellik de tam bu noktada başlamaktadır. Şerîat kapısında, insanın iç dünyasındaki uyum ve âhengi, buna bağlantılı olarak da toplumsal huzuru ve güveni bozan kin, kibir, haset, gıybet, öfke, düşmanlık ve hırs gibi duygu ve davranışlar yasaklanmamıştır. Buna karşın cemevine gelen bir tâlip pîrin huzûruna çıktığında bütün bu olumsuz duygu, düşünce ve davranışlardan dolayı tövbe edip arınmalı, insan-ı kâmil olma yoluna girmelidir.

Üzümle sembolize edilen tarîkat kapısında ibâdetin, iyi duyguların ve salih amelin kalbe huzur veren tadına varılmaya başlanmıştır. Kişi farz olan ibâdetlerin dışında cem gibi gece ibâdetlerini, ibâdetin esprisini kavramış olarak rûhânî bir zevkle yerine getirir. Allah’a yakınlaştıkça kendisini de daha iyi tanır ve iç dünyasında manevî bir zenginleşme, kendisini onaylama ve özsaygı duyguları yaşamaya başlar. Yaşadığı dinî-doruk deneyimler onu insanlaştırır.

Bu durumda ibâdetler nefsi terbiye etmenin ötesine geçerek, kalbi kötü duygulardan temizleme görevini üstlenir. Kişi iyiliği kötülükten ayırt etmekle kalmaz; kötülüğü yapmaktan ve kötülükten bütün kalbiyle nefret eder. Kendisine herhangi bir kötülüğü yapmayı yakıştıramaz. Bir şekilde bir kötülük yaptığında ise iç dünyasında dayanılmaz bir hesaplaşmayla karşı karşıya kalır ve derin bir vicdan azabı duyar.

Şerîat kapısında teorik olarak öğrenilen iyilik ve güzellikler tarîkat kapısında karakterize edilmeye başlanır. “Taptuk’un tapusunda kul olduk kapısında” diyen Yûnus gibi mürşidinin tekkesine yıllarca bir tanesi dahi eğri olmayan odun çeker, her geceyi Kadir her gördüğünü Hızır sayarak herkese hizmet eder. Yetmiş iki millete hizmet eden derviş, pirinin himmetine de layık olur. Cemevinde çektiği zikir, meydân evinde sohbet sırasında ettiği fikir, rızâ lokmalarını yerken ettiği şükür adım adım, nefes nefes onu Hakk’a ve hakîkate yakınlaştırır. Bir de tâlip Hakk’ın birliği gerçeğine ulaşmışsa, ne insanların dillerine, ne de renklerine bakar. Doğrudan herkesin cevheri olan özü görür. Başka da bir şey görmez.

Üzümü yiyerek irfânını, marifetini güçlendiren, güzel değerlere muhabbetle bağlanmaya başlayan kişi, doğruluk, dürüstlük, adâlet, şefkat ve merhamet gibi erdem ve değerlere aşk ve sadâkatla bağlanır. Kalp, gönül ve rûhunu kaplayan, hatta tüm benliğiyle bütünleşen bu değerlerin verdiği iç huzurun yardımıyla canı ve malını kaybetme pahasına doğru ve dürüst, şefkatli ve merhametli olmayı tercih eder. Bu duyguları tatmayan bilmez, tadan da bir daha asla vazgeçmez.

Hakîkat kapısında ise kalpte Allah sevgisinden başka bir şeye yer kalmaz. Cevizin sembolize ettiği bu makâm, hazîneye malik olma değerinde bir zenginliktir. Bu kişi için artık geçici zevklerin ve hırsların, kişisel menfaat ve çekişmelerin hiçbir önemi kalmamıştır. Onun için “Allah pes, gayri heves”tir. Yunus gibi “Ballar balını buldum, malım mülküm yağma olsun.” makamında her şeyi Allah’tan bilir.

Mürşid ve rehberinin gözetiminde şerîattan hakîkate kadar süren yolculuğunu başarıyla tamamlamış bir Hakk tâlibinin elinden ve dilinden kimse incinmez. Yûnus misâli artık onun adı miskindir, düşmanı ise kindir. İşte bu Allah’ın Muhammed Mustafâ ve bütün Peygamberler aracılığıyla gönderdiği gerçek dindir.

Aşk olsun sadece şerîat kapısında kalmayıp dinî değerlerin tadını ve lezzetini alanlara. Aşk olsun cevizin kabuğunu kırıp hakîkat hazînesini keşfeden âşık ve sâdıklara. Son sözü Pir Sultan Abdal’a bırakalım:

Dervişlik edenin arıdır özü,

Araya mı gider ârifin sözü,

Demirin üstünde karınca izi,

Karanlık gecede görenler gelsin.        

Gerçeğe Hüü mü’mine yâ Ali…

Musa Kazım Horasânî