Herşey dünkü gibiydi. Ta ki o güne kadar, hayat bilindik bir tempoyla akıyordu.
Küçük Selim yaşamının bu gidişatına ayak uydurmuş, gündelik gerekirleri yaparak günlerini geçiriyordu. Okula gidiyor, top oynuyor, arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu. Bir ablası vardı. Ablası onu koruyor, kolluyor; derslerinde yardımcı oluyordu. Anne ve babası da son derece aydın, dengeli kişilerdi; Selim’in sağlıklı gelişimi için gereken tüm çabayı harcıyorlardı. Küçük sevimli bir aileydi Seliminki.
O gün yine okuldan gelmiş; derslerini bitirmişti. Hep birlikte akşam yemeğine oturdular. Annesi tarhana çorbası ve biber dolması yapmıştı. Yemek, meyvalar ve sütlaç afiyetle yenildi. Sofra toplandıktan sonra anne ve baba televizyonun karşısına geçtiler. Bir dizi izliyorlardı. Ablası ise bir köşeye çekilip cep telefonuna dalmıştı; ya arkadaşlarıyla mesajlaşıyor ya da bir filmler izliyordu. Normalinde o da oturur kitap okur, resim yapar, bir meşgale bulurdu. Ama bunların hiçbirisi Selim’in ilgisini çekmedi o akşam. Odanın ortasında öylece yapayalnız kalmıştı. Kimse Selim ile ilgilenmiyordu. İçini bir sıkıntı bastı; daralıyordu. Sanki o aileye ait değilmiş gibi hissetmeye başladı kendini. Aniden dudaklarından ’’Dışarı çıkmak istiyorum’’ diye bir cümle döküldü. Hiç kimse onu duymadı. Bu kez daha yüksek bir tonda cümleyi tekrarladı: Dışarı çıkmak istiyorum. Yine kimse onu duymuyormuş gibi tepki vermedi. Bir an Selim duyulmuyormuş ya da duyulmak istenmiyormuş ikircikliğine düştü ve bağırmaya başladı: Dışarı çıkmak istiyorum! Hala kimseden bir hiçbir tepki gelmiyordu. Anne, baba televizyon izliyor, abla cep telefonuyla uğraşıp duruyordu. Yaşadıklarına inanamıyordu Selim. Kendini yere attı ve tepinmeye başladı: En yüksek perdeden bağıra bağıran derdini anlatmaya çalışıyordu: ’’Dışarı çıkmak istiyorum, dışarı çıkmak istiyorum!!!’’ Hala kimse onu duymuyordu. Selim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Dudaklarından hep aynı cümle dökülüyordu: Dışarı çıkmak istiyorum, ben dışarı çıkmak istiyorum! Neden sonra Selim kimsenin onu duymadığı kafasına dank etti. Bir an çaresiz kaldı. Ne yapması gerektiğini düşündü. Sonra ayağa kalktı ve kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açtı ve dışarı çıktı.
Dışarıda tatlı bir sonbahar gecesi vardı. Çıplak ayaklarıyla bahçenin çimenine bastı. Çimen Selim’in ayaklarını okşuyordu sanki. Bahçedeki ağaca bir baykuş tünemişti. Meraklı meraklı Selim’i süzüyordu. Birbirinin bakışları buluştu. Baykuş bir göz attı. Selim de ona bir göz attı. Komşu binanın damında birbirlerine sokulmuş iki kedi aya büyülenmiş gibi bakıyorlardı. Ay ise kendini tamamlamış ışıl ışıl bir dolunay haline gelmişti; geceyle birlikte köşe kapmaca oynuyordu. Selim dışarıdaki temiz havayı dolu dolu içine çekti ve hafifledi; kollarını çırpsa uçacaktı sanki. Hafif hafif esen rüzgar ağacın dallarında dolanıyor; doğanın en mucizevi şarkılarından birini çaldırıyordu yapraklara. Bahçede çıplak ayaklarıyla dikilen o çocuk bu şarkıyı da ruhuna kaydetti. Gece Selim’i iyice sarıp sarmalıyor ve kendini çok farklı hissetmesine neden oluyordu. Birden bakışları yıldızlara yöneldi. Berrak gökyüzünde kırpışan yıldızlar çok yakın ve bir o kadar da uzak görünüyorlardı. Selim yıldızları merak etti: Ne vardı acaba o yıldızlarda? Kestirilemeyen bir yerlerden gelen aykırı bir köpek havlaması, yıldızların gizemini anlattı ona. ’’Demek ki böyleymiş…’’ Sanki hiç yalnız değilmiş duygusunu yaşıyordu bahçedeki çocuk. Selim yere oturdu; dayadı sırtını bir bilge ağaca. Oturduğu yerde büyüyormuş gibi hissetti kendini. Gecenin içindeki o küçük insan, yavaş yavaş ergin bir adam oluyordu sanki. Yaslandığı ağaç ona esrarengiz bir hikaye fısıldadı. Selim bu efsunlu öyküyü kalbinin içine kitledi; kilidin anahtarını da kuyuya attı. Selim zamanın akışını artık algılamazken, dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalıyordu oysa. Sürecin tamamlanmasıyla Selim yavaşça doğruldu, ayağa kalktı. Tüm bu yaşadıklarının akabinde dışarıda neler olabileceğini gören, anlayan, bilen Selim’in dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Daha sonra yaşadıkları eve yöneldi; kapıyı açtı, ve içeri girdi.
Köksal Türker
