Soru: “Dinler, insanlığın bedeviyet devrinde çeşitli tabiî hâdiseler ve afetler karşısında hissettikleri korku ve acz neticesinde totemlere tapmak şeklinde başlamış, sonra tekâmül etmiştir. Tarih boyunca ilim ve din çok defa uyuşmazlık yaşamış ve birbirine karşı olmuştur. İlmin hâkim olduğu asrımızda artık bir din hâkimiyetinden söz edilemez.” deniliyor. Ne dersiniz?
Bunlar, ilk mektep seviyesinde, çok basit, gayr-i ilmî ve seviyesiz fikirlerden ibarettir. Ama ne acıdır ki, bu fikirler, dinler tarihi adı altında hâlâ bizim lise ve üniversitelerimizde okutulmakta! Bugüne dek dinler tarihi veya insanlığın tekâmül tarihi adına ciddi bir şey yazılıp neslimizin istifadesine sunulmamıştır. Mağara devri, taş devri, tunç devri, demir devri, bakır devri gibi tasniflerin hepsi tarihî maddeciliğin ısrarla müdafaa ettiği şeylerdir. Aslında Batı’da bu meselenin tenkidi yapılmış, Gibb, Toynbee gibi Batılı büyük felsefî tarihçiler bunları sorgulamış ve ilmilikten uzak olduklarını söyleyerek bu konuda herkesi daha temkinli olmaya çağırmışlardır. Ne acıdır ki bu mesele Batı’da alay mevzuu olduktan sonra da bizde hâlâ şaheser olarak kabul edilmekte. Evet, orada modası geçmiş, rafa konmuş meseleler, bizde yeniden ders halkasına getirilmektedir ki, bu çok garip ve bir o kadar da acı bir durumdur. Hâlbuki Batı’da bir asırdan beri bu meselenin tenkidi yapılmakta ve buna dair pek çok eser telif edilmektedir. Bu konuda, isimlerini arz ettiğim zatların mevzu ile alâkalı yazdıkları tarihî eserler bu tür iddiaları kökünden silip süpürecek mahiyettedir.
Dinler, çağların ihtiyacına göre Hak tarafından vaz’ edilmiştir. Bu husus, beşerin rüşdünü idrak etme yolunda kat ettiği mesafeye göre âlemşümul din, âlemşümul nebi Hazreti Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselâm) kadar belli bir seviyeye ulaşmıştır. Ancak bu tekâmül, onların zannettikleri gibi hayvandan mağarada yaşayan insana, ondan şehirlerde yaşayan insan ufkuna yükselmiş bir tekâmül değildir. Hazreti Âdem (aleyhisselâm), kendi döneminde yüzlerce insanın babası veya dedesidir. Dolayısıyla da o gün için o insanları idare edebilecek bir kanunnameye ihtiyaç vardır. Mesela, beni on kişinin başına kumandan olarak tayin etseler ben o on kişiyi sevk ve idare edebilecek bir nizam belirlerim; ama bu bin insan olursa durum da değişir. Bütün orduları idare eden nizam başka, bir tümeni, tugayı, alay veya taburu idare eden nizam başkadır. Nitekim nizama göre de bunların başına bir kumandan tayin edilir. Orduların başında bir general bulunuyorsa, manganın başında da bir onbaşı vardır. Bunun gibi insanoğlu, eşya ve hâdiselerle münasebet peyda ederken, içinde yaşadığı dünyayı derinlemesine anlarken, isimlerden müsemmalara doğru inerken, nomen-fenomen terkibine yükselirken buna göre bir gelişme seyri takip etmesi icap eder.
Onun için Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) nizamname olarak on sahife verilmiştir. Hazreti İdris’e (aleyhisselâm) gelince sayfalar artmış, Hazreti Musa’da (aleyhisselâm) bu, kocaman bir kitap hâline gelmiştir. Çünkü mesele artık tabakat-ı beşer meselesidir. Fahr-ı Kâinat Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise ferdî, ailevî, içtimaî ve devletlerarası bütün meseleleri içine alıp ihtiva eden, ekmel ve etemm mukaddes bir kitap verilmiştir. Beşerin böyle bir tekâmül geçirdiği müsellem bir hâdisedir ve buna kimse itiraz edemez. Bu itibarla, evvela, tekâmülü çok iyi anlamak gerekir. Biz, mağara devrinde başlayan bir tekâmül anlayışını kabul etmiyor ve değişik ilmî mahfillerde, çeşitli ilim dallarının omuz omuza vermesiyle reddedilmiş olduğunu düşünüyoruz. Aslında, bu konuyla alâkalı ülkemizde de pek çok makale ve kitap neşredilmiştir.
Sâniyen, tabiî hâdiselerin, insan ruhundaki çaresizlikten dolayı belki derman olur diye bir kısım şeyleri mâbud tanımaya, –dinler tarihinin ifadesiyle– totemciliğe yani çok tanrılı din kabul etme esasına zorlaması meselesine gelince, bu da yine inançsız bir kısım Batılılar tarafından kaleme alınmış, dinler tarihi adına asılsız ifadelerden ibarettir. Vâkıa beşer, bir kısım hâdiseleri totemleştirmiştir. Bunu asrımızda da görüyoruz. İnsanları totemciliğe götüren hususlar sadece korku, dehşet ve hayret değildir. Mesela Mısır’da Nil nehri, bereket getirdiğinden ötürü, sığırla beraber kutsanmıştır. Bizde de mâbudlaştırma olmuş, tevhidden sonra bilerek veya bilmeyerek bir nevi şirke girilmiştir. İsterseniz, tevhidden sonra şirke gitme meselesini biraz daha açalım:
Bazı dinler, bir dejenerasyona, daha doğrusu bir deformasyona tâbi tutulduktan sonra, dehrin hâdiseleri içinde esas fonksiyonunu kaybetmiştir. Mesela, bazı Hıristiyanlar; Meryem, İsa, Vacibü’l-Vücud olmak üzere üç adet mâbud vardır diyorlar. Burada vahdetten kesrete doğru gidildiği açıktır. Yani iddia edildiği gibi evvela çok tanrılar varmış da sonra mesele gelmiş vahdete dayanmış değildir. Homeros dünyanın en büyük profesyonel yalancısıdır. O, Atina’nın ilâhlarına dair hikâyeler yazmış, bu ilâhları beşer gibi birbiriyle boğuşturmuş, kadını kaprisli, erkeği hırslı resmedip birbirine düşürmüş ve aralarına aşk-meşk maceraları sokmuştur.
Kadim Yunan’da Zeus isminde birisi yaşamıştır. Belki bu kimse, Hakk’ın makbul ve muteber kullarından bir zattır. Bizdeki ehlullah gibi kendisinden harikulâde şeyler zuhur etmiş ve insanlar da onu Rabbânî, yani Cenab-ı Hakk’ın (celle celâluhu) gördürmesiyle gören, işittirmesiyle işiten, konuşturmasıyla konuşan bir insan görmüştür. Derken meseleler değişikliklere uğraya uğraya doğrudan doğruya Zeus, milletin efkârında Mâbud-u Mutlak yerine taht kuruvermiş ve ilâhlar ilâhı olmuştur. Afrodit de böyledir. Hıristiyanlık nazarında Hazreti Mesih (aleyhisselâm) nasıl ilâh olduysa, dehrin hâdiseleri yonta yonta nasıl onu o şekle irca ettiyse o da böyle olmuştur.
Mesela, Buda’nın nasıl zuhur ettiğini, nelerle geldiğini bilemiyoruz. Belki o, kendi döneminde Hindistan’da tenâsühün devr-i daimine karşı beşerin sadrına şifa getirecek nirvana ile gelmişti. Dinler tarihçisi, onun bir hiçlik, sükûn, yok olma, yokluğa rıza ve huzura erme olduğunu söylemektedir. Kim bilir belki de bunun aslı إِنَّا لِلهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Bizler (ruh olarak), Allah’tan geldik ve sonuçta da yine Allah’a döneceğiz.” (Bakara sûresi, 2/156) hakikatiydi. İhtimal, bazılarının elinde değişerek bu hâle geldi. Bu açıdan Buda’nın dininin arkasında da biraz maddecilik sezilir. Ona göre termodinamik kıyamet kopacak, atom parçaları muallakta kalacak, maddîlik her şeyini kaybedecektir. Ancak insan, nihayet maddeciliğe gidip incirar edince nasıl huzura kavuşmakta ve sükûna ermektedir ki? Tenâsühten bunun neresi daha iyidir?! Tenâsüh inancına göre insan dünyaya bir kere fare, bir kere maymun, bir kere de insan olarak gelir, yaşar ve bu böyle devam eder. Hâlbuki Buda bu tür iddialara girmemişti…
İslâm âleminde de öyle bir dönem gelmiştir ki, türbelere secde eden insanlar olmuştur. Bir insan, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahi secde etse kâfir olur. Hâlbuki ülkemizde ve İslâm âleminde bir kısım bâtıl düşünceliler, büyük zatlara secde eder olmuş ve onlar adına hayvanlar boğazlamışlardır. Bunlar olmuş, bu olmuşlara karşı da müfrit bir hareket zuhur etmiş; bunlar da bütün mukaddes ve muhterem yerleri yerle bir etmişlerdir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, totemcilik ve putperestlik sadece eskiden yaşanmış bir şey değildir; her dönemde sırat-ı müstakimden ayrılan fertler, totemin kucağına düşmüşlerdir. Aslında, Allah’ın (celle celâluhu) azamet ve kibriyası başkalarına verildiği an, Allah’ın yerine başkaları gönüllere taht kuruvermiştir. Evet, Allah’tan yüz çevirerek, “Ey falan veli, benim şu arzumu yerine getir.” diyen şaşkın insan, ne dediğinin farkında değildir. Ancak bir insanın, büyük bir insana dehalet ederek, “Allah’ım, benim Sana kaldıracak liyakatta ellerim yoktur. Onun kalkan ellerinin gölgesi altında arzumu Sana takdim ediyorum.” demesinde de bir mahzur yoktur. Vâkıa, bu da tevazu ve hakkı teslimin, Hak katında bir insanın makbuliyetini kabulün ifadesidir. Bu iki meseleyi birbirine karıştırmamak gerekir.
Evet, İslâm dininde dahi bazen vahdetten kesrete doğru bir gidiş olmuştur. Bu durum, üç asırdan beri de devam etmektedir. Gelecek nesil –inşâallah– bu totemleri siler ve yeniden Mâbud-u Mutlak düşüncesini gönüllere hâkim kılar. Tarihî maddeciliğin bu tarz ifadeleriyle dolu bulunan dinler tarihi, hilâf-i vâki beyanda bulunmakta ve en hafif ifadeyle yalan söylemektedir. Beşerin ilmi geliştikçe, mâbudun tek olması onun için en makul ve en mantıkî mesele olmuştur. Her geçen gün çeşitli ilmî kanun ve kıstaslarla her şeyin “Bir”e gittiği, “Bir”de çözüldüğü, açık bir şekilde daha iyi görülmektedir. Fizik, kimya ve astronominin bayrağının dalgalanacağı en son ufuk, Allah’ın (celle celâluhu) “Bir”lendiği ufuk olacaktır. Keza beşerin en son varacağı ufuk da “Lâ ilâhe illallah” ufku olacaktır.
Her şeyin en doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir.
* * *
Editör: EKREM ERDEM