“Dinde Zorlama Yoktur” Ayetini nasıl anlamalıyız

 O ne kötü gidilecek bir yerdir.” (Tahrîm sûresi, 66/9) ve “Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyiniz!” (Nisâ sûresi, 4/89) ve “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, hor hakir duruma düşüp cizye verecekleri âna

EKREM ERDEM 25 Şubat 2022 BLOG

 O ne kötü gidilecek bir yerdir.” (Tahrîm sûresi, 66/9) ve “Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyiniz!” (Nisâ sûresi, 4/89) ve “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, hor hakir duruma düşüp cizye verecekleri âna kadar savaşınız!” (Tevbe sûresi, 9/29) gibi beyanlarla İslâmiyet’te kılıç ve zorlama olduğu, dolayısıyla da onun silahla yayıldığı mânâsı anlaşılmaktadır. Bu hususların telifi ve İslâm’da ki cihad emrinin mânâsını izah eder misiniz?

Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de takriben 13 sene halkı açık-kapalı tevhide ve İslâm’ın getirdiği yüksek anlayışa davet etti. Daha sonra davetini Mekke’nin dışında Taif ve Medine halkına müteveccihen sürdürdü. O’nun bu değişik yerlerdeki davet ve tebliğ vazifesine karşı ilk duyarlılık gösteren, daha doğrusu, topluca icabet eden Medine halkı oldu. Ve çok kısa zaman zarfında İslâmiyet’in ilk pâyitahtı ve İslâm medeniyetinin beşiği Medine’de, tevhid dininin girmediği bir ev kalmadı. O güne kadar yapılan hizmetlerde ve İslâmlaştırma hareketinde ne bir zorlama, ne bir tazyik, ne de silah bahis mevzuu olmadı. Herkes dinledi, tetkik etti, düşündü ve seçeceği nurlu yolu kendi iradesiyle seçti.
Böylece, Müslümanlar için gidip yerleşecekleri ve İslâm dinini neşredecekleri bir vasat meydana gelmişti ki, bu da onların kendi düşünce dünyalarını, iman ve akide hayatlarını serbest ve müdahalesiz yaşamaları demekti.
Bu yeni toplum, kendine has çizgileriyle, Arap Yarımadası’nda kendini hissettirip, muzdarip ve karanlıkta olan insanlığa başvurulacak bir mihrap hâline geldikçe, zaten ruhlarında ciddî düşmanlık olan Kureyş, her gün biraz daha azgınlaşıyor, her fırsatta Müslümanlığa ve Müslümanlara saldırıyor ve ne pahasına olursa olsun, bu yeni dinin hakkından gelmek istiyordu. Ondaki bu şiddetli arzu ve düşmanlık duygusu, zaten cibilliyetinde her dine karşı adavet bulunan, o bölgedeki gayrimüslimlerin zekâ ve nifakıyla birleşince, henüz hayatının baharında bir filiz ve bir fide durumunda bulunan bu yeni dinin etrafında bir kısım tehdit edici rüzgârlar esmeye başladı ki, bu esintiler gelecekte Sasânileri, Romalıları da içine alacak şekilde yayılacak, genişleyecek, İslâm ve Müslümanlara karşı ebedî bir düşmanlık olarak sürüp gidecekti.
Günümüze kadar devam edegelen, İslâm’a karşı, bir kısım farmason ve Haçlı ortak düşmanlığının nüveleri, ta site İslâm devleti temelinin atıldığı o ilk Medine günlerine dayanır. İslâm’ın, her türlü yanlış ve sapık düşüncelerle mücadelesi ve insana, kaybettiği haysiyetini kazandırma yolundaki kavgası, putperestlerin yanında bir kısım diyanet mensuplarını ve kiliseye, havraya bağlı olduğunu söyleyen bazı kimseleri de harekete geçirmişti. O günden bugüne de -değişik ad ve unvanlarla da olsa- bu tür müfsitlerin kan seylâpları İslâm’ın bağrında akıp durmaktadır.

Bu itibarladır ki, Peygamberimiz döneminde, İslâm nurunu söndürmeye azimli bu üç grupla muharebeler meydana geldi. Bu üç grubu şöyle bir tasnife tâbi tutarak teker teker üzerlerinde durmakta yarar var:

1) Mekke müşrikleri.
2) Medine ve Hayber Yahudileri.
3) Romalılar ve onların emrinin altındaki Gassan Arapları.

1) Mekke Müşrikleri

a. Bedir Savaşı:

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), önce de geçtiği gibi, 13 sene Mekke’de, fevkalâde bir sabır ve tahammül ile, akla hayale gelmedik sıkıntılara katlandı, gördüğü şeyleri sinesine çekti, Kur’ân-ı Kerim’in “O hâlde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar (düşmanların) hakkında acele etme; onlar vaad edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada bir günün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar.” (Ahkâf sûresi, 46//35) ve “Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. İyi inanmamış olanlar sakın seni gevşekliğe sevk etmesin.” (Ahkâf sûresi, 46//35) ve “Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir ve günahının bağışlanmasını iste; akşam-sabah da Rabbini hamd ile tesbih et.” (Mü’min sûresi, 40/55) gibi âyetleriyle kendinden evvel gelmiş geçmiş peygamberleri misal kabul ederek ulü’l-azmâne bir sebatla vazifesini sürdürdü.
Bin bir sıkıntı içinde geçirilen 13 senelik bu ilk süreden sonra tazyik, tahammül-fersâ hâle geldi. Baskılar arttı ve onlar için artık Mekke yaşanmaz bir yer oldu. Derken hicrete müsaade çıktı ve Müslümanlar peyderpey yurtlarını yuvalarını, hatta çoluk çocuklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmeye başladılar. Onların hicretini müteakip de, müşrikler iyice işi azıttı ve Müslümanların arkada bıraktıkları mallarını aralarında yağma ettiler. Artık onların ne Mekke’de ne de Medine’de dünya adına hiçbir şeyleri kalmamıştı. Vâkıa, bu yeni mübarek belde, tarihin bu en şerefli mazlum ve mağdurlarına bağrını açıp “Buyurun” etmişti; etmişti ama, ne başlarını sokacak kendilerine ait bir yerleri, ne de kendi öz mallarından bir lokma yiyecekleri yoktu. Kutlu beldenin mübarek insanları, kendilerine “Ensar” namının verilmesine vesile olabilecek şekilde, muhacirlerin bu iç içe yokluklarını göğüsleyip onlara bir şey hissettirmemeye çalıştı iseler de, bir taraftan ele-âleme bâr olma gibi vicdanî sıkıntı, diğer taraftan el konulan mallarının şurada burada pazara sürüldüğünü gördükçe ihkâk-ı hak etme ve mallarını geriye alma düşüncesiyle gerildikçe geriliyorlardı.
İşte, bir tarafta böyle her türlü yaşama hakkından mahrum edilmek istenen bu mazlum ve mağdur insanlar, diğer tarafta ise, Müslümanları yurtlarından yuvalarından ettikten sonra mallarına el koyup, servetlerini katlayan zalim ve gaddarlar… Buna, Medine’deki Yahudi ve münafıkların, Kureyş müşriklerini, Müslümanların aleyhinde tahrik edip, bütün İslâm nurunu söndürme gayretleri de inzimam edince, doğrusu, Müslümanların sabır ve tahammüllerine, Allah’ın emirlerine boyun eğmedeki hassasiyetlerine hayran kalmamak mümkün değil.
İşte böyle, zulmün ve gadrin doruğa ulaştığı, mü’minlerin de sabırda zirveleştiği esnadaydı ki, içinde Müslümanların malı ve hakkı da bulunan Kureyş kervanının Medine yakınlarından geçtiği haberi Müslümanlara ulaştı. O güne kadar Müslümanlar bütün servetlerini müşriklere kaptırmışlardı. İlk plânda düşündükleri şey, haklarını geriye almak ve Medine insanına yük olmaktan kurtulmak idi. Ancak Allah, Müslümanlara, müşrikleri tedip etme, Yahudi ve münafıkları sindirme, yani Kureyş’le hesaplaşma ve her fırsatta Müslümanlığın üzerine çullanmayı plânlayan bu dev gaileye haddini bildirme yolunu gösterdi.

“Kendileri ile savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş mevzuunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac sûresi, 22//39-40) mealindeki âyetlerle cihada izin verildiği gibi; “Onları (yani size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Onlar sizi (yurtlarınızdan) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. (Onlar fitne çıkarıyorlar) fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara sûresi, 2/191) gibi beyanlarla da her fırsatta Müslümanlara karşı zulümde, tecavüzde bulunan, ev ve arsalarına el koyan, mallarını yağma eden saldırganlara hadlerini bildirme emri veriliyordu.
Evet işte, böyle zulme uğrayıp yurtlarından edilen, kendi ülkelerinde bin bir türlü haksızlığa uğratılıp, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakılan bu mağdur ve mazlum insanlara 13 senelik çileden sonra hasımlarıyla hesaplaşma ve ellerinden alınan şeylerin geriye alınması yolu gösteriliyordu. Artık, “Allah” adını açıkça ilân edebilecek ve bunu engellemek isteyenlerle de savaşacaklardı. “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla.’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisâ sûresi, 4/75) ilâhî beyanıyla Allah yolunda, İslâm’ın izzeti uğrunda ve kâfirlerin elinde inim inim inleyen yaşlı, zayıf çoluk çocuk ve kadınları kurtarıp hürriyete kavuşturma, onları koruyup kollama istikametinde savaşacaklardı ve bu savaş, yaşama hakkını kaybedenlere bu haklarını iade, itibarlarını yitirenlere itibarlarını yeniden kazandırma ve cihan dininin yayılmasını engelleyenleri de sindirmeyi hedefliyordu ki, Hakk’ın takdiriyle plânlanan şeylerin bütünü tahakkuk etmiş ve Bedr-i Kübrâ (Bedir Savaşı) meydana gelmişti. Bilmem ki, müşrik ve putperestlerin ettiği bunca şeyden sonra “Gelmeseydi” diyebilecek birisi çıkar mı?..

b. Uhud Savaşı:

Zulme, gadre alışmış; talanı, yağmayı meslek hâline getirmiş; gaddar, mütecaviz, mağrur bir toplumun, Bedir’deki hesaplaşmayı hazmedememesi ve böyle giderse, kendilerine yağmacılık yollarının kapanması endişesi ve Mekke liderliğinin Medine’ye kayması Kureyş zorbalarını çileden çıkarıyor ve onlarda yeni bir intikam ve hesaplaşma duygusu meydana getiriyordu. Bu hınç ve duyguyla da ta Medine önlerine kadar geldiler ve zalimlerin harp anlayışı içinde Müslümanlara saldırdılar. Bu muharebede Müslümanlar tamamen bir müdafaa savaşı verdiler. Dinlerini, ırzlarını, namuslarını korumak için başka bir şey de yapamazlardı. Kimse de yapamazdı ve aslında yapılmamalıydı da…

c. Hendek Vak’ası:

Bir türlü sönme bilmeyen müşriklerin kan ve nefretleri, Uhud’dan sonra yeniden alevlendi, müteakip aylar içinde bu yangın yayıldı, büyüdü; Yahudilerin düşmanlığıyla da bütünleşerek, bütün bütün İslâm nurunu söndürme düşüncesiyle Medine-i Münevvere’yi dört bir yandan sardı. Bunca yıllık müşrik kin ve nefreti, Yahudi hesap ve plânı Medine’deki bir avuç Müslüman’ı boğmak için omuz omuza vermiş ve tarihin en utandırıcı şenaati işleniyordu. Buna karşılık Müslümanlar da, yine tarihte eşi görülmedik bir sebat ve cesaretle, din, iman, ırz ve namuslarını koruma uğrunda ebedlere kadar iftihar edilecek ve sinelerde bir yâd-ı cemil olarak kalıp gidecek en büyük kahramanlıkları gösteriyorlardı.
Hendek de bir müdafaa harbiydi; dün olduğu gibi, bugün de aynı şekilde tecavüze uğrayan her milletin yapabileceği cinsten bir muharebeydi.

d. Mekke Fethi:

Zulüm ve gadrin en utandırıcısıyla yurtlarından, yuvalarından edilmiş, mallarına, mülklerine el konmuş Müslümanların, yuvalarına dönmek, bağ ve bahçelerini tımar etmek isterken karşılarına çıkan haksız engellemeleri bertaraf edip, günde beş defa dönüp namaz kıldıkları Kâbe’yi putlardan temizlemeleri, yıllardan beri müşriklerin elinde esir bulunan zayıf, mağdur, âciz kadın ve çocukları, yaşama, ibadet etme hak ve hürriyetine kavuşturmaları maksadıyla, kan dökülmemesi mevzuunda hassasiyet gösterilerek gerçekleştirilmiş peygamberâne bir operasyon ve beklenen bir fetihti. Hem de, hayat, duygu ve düşüncelerini Mekke reislerinin arzu, istek ve anlayışlarına göre ayarlayan çevredeki bütün kabile ve cemaatlerin akın akın İslâm’a girmelerine, bütün gönüllerin İslâm’a açılmasına vesile olan bereketli bir fetih.
Mekke fethi, başta düşünülüp plânlandığı gibi tahakkuk etti. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ebû Süfyan’ın evine giren, Hakîm İbn Hizam’ın hanesine giren, Kâbe’ye sığınan ve evine girip kapısını kapayan herkes emniyettedir.” sözleriyle ilân ettiği umumî af, müsamaha ve yücelik karşısında, o katı ve müsamahasız ruhlar, birdenbire yumuşamış, gözleriyle beraber gönülleri de açılmış ve emin beldenin emin insanları olmaya namzet hâle gelmişlerdi. Artık, o güne kadar ettiklerinin hicabıyla iki büklüm oluyor ve günahlarına keffaret arıyorlardı.

Bu kısa ve mücmel hatırlatmalarla da görüldüğü gibi, Allah Resûlü, hemen bütün muharebelerini; imanı neşir, hakkı ikame, mazlum ve mağduru müdafaa, maddî-mânevî mutluluğa giden yolları engellerden temizleme, İslâm nurunun yayılmasına mâni teşkil eden düşmanlıkları bertaraf etme düşünce, mülâhaza ve gayretiyle yapmıştır. Ve çok gariptir; bu 23 senelik muharebe ve hesaplaşmalar neticesinde sadece ve sadece 375 insan ölmüştür ki; bu da şimdilerde bir aylık trafik kazası kurbanlarının sayısına ya denk gelir ya da gelmez!

2) Efendimiz’in Bazı Yahudilere Karşı Muharebeleri

Bir kısım Ehl-i Kitap, hiçbir zaman Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini hazmedemediler. Bedir muvaffakiyetinden sonra ise, bütün bütün kindarlık ve kıskançlıkla hareket etmeye başladılar ve düşmanlıklarını açığa vurdular.
Evet, Bedir’den sonra, Benî Kaynuka Yahudileri işi iyice azıtmış; bir taraftan gizli gizli düşman kutuplarla Müslümanlar ve Müslümanlığın aleyhinde oyunlar çevirirken, diğer yandan da “Yâ Muhammed! Bedir’de, harp ve darpten anlamayan bir cemaati yendim diye gururlanma…” diyerek açıktan açığa Peygamber’i tehdit ediyor ve O’nunla karşılaşmaya vesile arıyorlardı. Hatta, İbnü’l-Esîr’in tespitine göre bu esnada Kaynuka civarında bir Müslüman kadına da saldırmışlardı. Böylece, Medine-i Münevvere’de ilk defa ahdi bozan, fitne çıkaran ve Müslüman kadınlara taarruz eden Kaynuka kabilesi oluyordu.
Benî Nadîr, baştan Peygamberimiz’le anlaşma yaptıkları hâlde daha sonra, el altından Kureyş’le söz birliği ederek Efendimiz’e karşı müşterek bir cephe oluşturdular. Benî Kurayza da, önceleri Müslümanlarla sözleşme akdetmiş olmasına rağmen, Hendek Vak’ası gibi en kritik, en sıkışık bir anda anlaşmayı bozup Kureyş cephesine iltihak etti ve bilfiil İslâmiyet’i içten çökertmek istediler.
Hasan İbrahim Hasan’ın da “İslâm Tarihi” adlı kitabında belirttiği gibi, Yahudilerden üst üste gelen bu hıyanet darbelerine karşı Peygamberimiz adalet, istikamet ve yumuşaklıktan kat’iyen ayrılmadı. Onların bunca ihanet ve İslâm’ı arkadan vurmaya çalışmalarına karşı, Müslümanların ve Müslümanlığın hukuku adına, ancak yaptıkları cürümler ölçüsünde cezalandırdı.
Onların bir türlü dinme bilmeyen kin ve nefreti Hendek Vak’ası’ndan sonra da sürüp gitti. Bir taraftan, Peygamberimiz’in yiyeceği ete zehir katıyor, oturduğu yere yukarıdan taş atıyor ve ard arda komplolar hazırlıyor; diğer yandan da Müslümanlığa karşı her çeşit İslâm düşmanını tahrik ediyor ve gizli açık harp vaziyetini almadan geri durmuyordu. Hele, Medine-i Münevvere’de fitne çıkarma arzu ve isteklerinin bir türlü ardı arkası kesilmiyordu. Bütün bunları nazar-ı itibara alarak İslâm pâyitahtının emniyet ve güvenliği için Peygamberimiz onları Medine’den çıkarmaya karar verdi. Bu defa da, Medine’den uzaklaştırılan bu Yahudiler ve daha başkaları Hayber’i bir üs ve karargâh olarak kullanmak üzere orada toplanmaya başladılar. Şimdi durum daha da ciddiyet arz ediyordu. Zira, Hayber Yahudileri, bir yandan çeşitli ticarî ahlâksızlıklarla fakir Arapları eziyor, diğer yandan da kâh Kureyş’le, kâh Romalılarla iş birliği yaparak, mutlaka Müslümanların hakkından gelmek ve İslâm nurunu söndürmek istiyorlardı. Bunların bir türlü bitip tükenme bilmeyen bu entrikaları karşısında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayber’i de İslâmî usûllerle idare etmeye karar verdi ve Ahzâb Vak’ası’ndan sonra orayı da fethederek Allah’ın âdil nizamıyla Yahudileri hâkimiyeti altına aldı. Bu son fetihle, bir taraftan o çevredeki, işleri, muameleleri, hile, entrika, yalan ve başkalarını aldatmadan ibaret olan ve her şeyi nifaka bağlayanlar zapturapt altına alınıyor, başkalarına zarar vermeleri önleniyor, diğer taraftan da Müslümanların ve Müslümanlığın geleceği emniyet altına alınıyordu.

Ehl-i Kitap’tan bazıları, Peygamberimiz’den sonra, Raşid Halifeler döneminde de hıyanet ve ihanetlerine devam ettiler. İrtidat hâdiselerinde kışkırtıcı rollerini oynadılar, Müslümanlar iç meseleleriyle meşgul olurken Romalıları tahrik ettiler, onlar ve Sasâniler hesabına casusluk şebekeleri kurarak Müslümanlığı çökertmeye çalışmaktan bir lâhza geri durmadılar. En nihayet, Emîrü’l-Mü’minîn Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’a suikastte bulundular. Sonunda Hazreti Ömer, Müslümanlar ve Müslümanlık için daima bir çıbanbaşı olan bazı Yahudilerin Peygamberimiz’in de bir işaretine binaen Arap Yarımadası’ndan çıkarılması hususunu ashabla müzakere etti ve başka yerlerde kendilerine mal-mülk ve arazi verilmek üzere, pâyitahttan uzak yerlere yerleştirildiler.
Bilmem ki, Yahudilerin o günkü Müslümanlara yaptıkları, bugünkü devletlerden herhangi birine yapılsaydı başka bir muamelede mi bulunurlardı?..
3) Gassan Hıristiyanlarına Karşı Peygamberimiz’in Hareketi:
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretin 8. senesi, Şucâ İbn Vehbü’l-Esedî’yi, Roma imparatorunun yakı nı Gassan meliki Hâris’e göndermiş ve onu nezih bir üslûpla İslâm’a davet etmişti. Devletler arası bir prensip olarak kabul edilen “Elçiye zeval yoktur.” esasına rağmen Hâris, elçiyi öldürmüş ve Medine üzerine yürümek istediğini belirterek Roma imparatorundan yardım istemişti.[10] Bu maksatla büyük bir ordu teşekkül etmeye başlamıştı ki, Efendimiz tam vaktinde haberdar oldu ve Zeyd İbn Hârise kumandasındaki 3 bin kişilik bir orduyu gayet seri olarak Mute’ye gönderdi. Müslümanlar Mute’de, kendilerinden 20-30 kat daha fazla Roma destekli Gassanîlerle karşılaştılar ve Halid’in usta manevraları sayesinde az bir zayiatla düşmanı durdurup Medine’ye döndüler.
Daha sonra, hem Roma cephesinde hem de Sasâni cephesinde İslâm’a karşı tavır daha da ciddîleşti, muharrikler daha da arttı ama, Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinde değişik grup ve kesimlere karşı, büyük ölçüde müdafaa harplerinin hulâsası bundan ibaretti. Denebilir ki, O, nurlu hayatlarında, harbin içine çekilmeden kat’iyen kılıç kullanmadı. Aslında O, peygamber olarak gönderilmişti. Allah’tan getirdiği âlemşümul mesajları dünyanın dört bir yanına ulaştıracak ve bütün insanlığa tebliğ edecekti. Bunu yapmamak elinden gelmezdi. Zira O, Hakk’ın elçisiydi ve insanlık da O’nun sunacağı bu mesajlar sayesinde Hakk’a, hakikate, saadete uyanacaktı. Cihan Peygamberi, bu mutlak hayrı yerine getirirken, yukarıda bahsi geçen cephelerden engellemeler olacaktı; oldu da. Ama, Allah Resûlü bunları birer birer aştı ve bir kısım aklı gözüne inmişlerce yadırganacak şeylerin de bulunmasına rağmen güzeller güzeli neticelere ulaştı ki, önemli olan da oydu.

Aslında Cihan Peygamberi, Kur’ân’ın elmas burhanlarıyla gönülleri fethetmek, insanlığı dünya ve ukbâ saadetine uyarmak, şuraya buraya dağılmış gönülleri Allah’a bağlayıp tevhide yöneltmek, insanoğluna insanlığını yeniden kazandırmak, insanlar arasında sarsılan denge ve yıkılan müsâvatı ihya edip âlemşümul ilâhî adaleti bir kere daha tesis etmek; ırz, namus, mal, can ve nesil emniyetini sağlam esaslara bağlamak için gönderilmişti. Bu büyük vazifeyi yaparken de akılları, kalbleri, ruhları muhatap alacak ve kat’iyen zor kullanmayacaktı; öyle de yaptı. Evet O “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten artık ayırt edilmiştir.” (Bakara sûresi, 2/256) ilâhî prensibine uyarak ikna ve talim usûlünü seçip “Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve mücadeleni yolların en güzeliyle sürdür.” (Nahl sûresi, 16/125) düsturunun ışığında kafa ve kalblere seslendi ve “De ki: Allah’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu biliniz ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine, sizin mükellefiyetiniz de size aittir. Eğer O’na itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz. Zaten Peygamber’e düşen de açık seçik duyurmaktır.” (Nur sûresi, 24/54) âyetinin irşadıyla, Peygamber’in vazifesinin şe’n-i rubûbiyetin gereğiyle karıştırılmaması lâzım geldiğini bilip “Öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin.” (Gâşiye sûresi, 88/21-22) ilâhî ihtarını kendisine düstur-u hareket ve rehber kabul ederek, “Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Sen sadece uyaran bir elçisin. Şimdi sadece tehdidinden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.” (Kâf sûresi, 50/45.) beyanının aydınlığında yoluna devam etti. Hem de bütün uygunsuz hareket ve davranışlara rağmen. Evet, O, senelerce yılmadan, usanmadan ve kendisine karşı yapılan kötülüklere mukabele etmeden temiz ruh ve temiz vicdanları aradı, insanlığını yitirmemiş kalblere seslendi; küfür ve ilhadla şahlanmamış dimağlarla diyaloğa geçti ve en ağır şartlar altında dahi vazifesini yerine getirmeden geri durmadı.

Bir gün gelip Hak nuru dört bir yanı tutunca, karanlığa, zulme, haksızlığa alışmış ruhlar, iyiden iyiye rahatsız olmaya başladı ve ne pahasına olursa olsun İslâm nurunu söndürmek, Müslümanların hakkından gelmek için cepheler teşkil ettiler. Ne var ki artık, Allah’ın emri, Peygamber’in de vazifesi olan bu nurlu iş, mü’minler tarafından da benimsenmiş ve onların sevdası, mefkûresi hâline gelmişti. Gayri neye mâl olursa olsun insanın cahilî düşüncelerden kurtarılmasına, hurafelerin yıkılmasına, yalancı mâbutların mâbet ve sinelerden atılmasına, zayıf ve mazlumların himaye edilmesine, her türlü zulüm ve taşkınlığın önlenmesine, din ve itikat hürriyetinin yerleştirilmesine, İslâm nurunun emniyet ve güven içinde neşredilmesine, insanlar arasında adalet, müsâvat ve kardeşlik düşüncesinin gelişmesine kendini adamış bu insanların, İslâm’ın bu nurlu yolundan geriye dönmeleri düşünülemezdi ve dönmediler de…
Bundan böyle, Hak nurunun cihanı aydınlatmasına engel olanların bertaraf edilmesi, İslâm’a tecavüzde bulunanların karşılık görmesi, onun nurunu söndürmek isteyenlerin cezalandırılması, cihan sulh ve salâhı adına zaruret hâlini almıştı ve bu, kat’iyen İslâm’ın kılıçla yayıldığı mânâsına gelmemeliydi.

Bir kere İslâm, dünden bugüne hâkim olduğu yerlerin pek çoğuna askersiz ve muharebesiz girmişti. Peygamber Efendimiz döneminde Araplar arasında böyle yayıldığı gibi, daha sonra Afrika ve Cenubî Asya’da da böyle intişar etmişti. Hatta denebilir ki ilk Müslümanlar Müslümanlığı şuraya buraya götürmekten daha ziyade, dünyanın dört bir yanındaki insanların kalblerini fethedip onları Müslümanlığın yanına getirip onlarla bütünleştiler. Evet, bir kısım küçük istisnalar bertaraf edilecek olursa, Müslümanlar, sadece ve sadece dünya muvazenesi, mazlum ve mağdurların himayesi ve İslâm nurunun intişarının engellenmesi karşısında sert davrandı; zalimi, gaddarı, nur düşmanını tedip ettiler; ama kat’iyen adalet ve istikametten ayrılmadılar.

Evet, harp ederken, cezalandırırken, hatta müstahak birini öldürürken dahi hak ve istikametten ayrılmayan bir toplum varsa o da İslâm toplumudur. İşte ilk halifeden günümüze kadar tatbik edilegelen önemli düsturlardan sadece birkaçı:

1) Hıyanet etmeyin ve yağmacılık yapmayın.
2) Düşmanlarınız dahi olsa gadirde bulunmayın ve işkence etmeyin.
3) Zinhar küçük çocuklara ilişmeyin.
4) Yaşlılara ve kadınlara dokunmayın.
5) Hurma ağaçlarını kesmeyin, bağ ve bahçeleri yakıp harap etmeyin.
6) Koyun, sığır ve develeri öldürmeyin.
7) İbadethanelere çekilmiş ve kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmayın.

Sadece bir kısmını ifadeye çalıştığımız bu cihad disiplinleriyle dahi, ilk Müslümanların modern dünyayı çok gerilerde bırakmış oldukları görülecektir.
Evet, İslâmiyet, düşmanlara dahi işkenceyi, ateşle azabı, onların bağ ve bahçelerini yakmayı yasaklamış; ilân-ı harp etmeden evvel, düşman cepheye, harp edeceğini iletmeyi esas kabul etmiş ve harbe hazırlanırken de, dine davet ve hakika ti duyurmadan taarruza geçmeyi tasvip etmemiştir. Harekete geçerken de, sırf Allah’ın yüce adını dört bir yana duyurmak için hareket edilmesi lâzım geldiği hususu üzerinde ısrarla durmuştur. Onların bu hasbîlik ve samimiyetleri, Allah için oturup Allah için kalkmaları, Allah için işleyip Allah için başlamaları sayesindedir ki, fethedilen yerlerde çarçabuk emniyet ve güven telkin ettiler ve arkasından da kitleler hâlinde İslâmiyet’e iltihaklar başladı. Zaten olmasaydı, çölden gelen bir avuç insanın, dünyanın üç kıtasında hâkimiyet tesis edip, onu asırlarca devam ettirmesini izah etmek mümkün olmayacaktı. Tarihte silah zoru ve asker gücüyle kurulmuş pek çok imparatorluklar vardır ki, kurucuları ile beraber yıkılıp gitmişlerdir de geriye izleri bile kalmamıştır. İslâm, bunca haricî taarruz ve tahribe rağmen bin küsur seneden beri dünyanın pek çok yerlerinde hâlâ ağırlığını hissettiriyorsa, bunun sırrı onun ruhundaki sulh u salâh, emniyet ve güven ve âlemşümul merhamettir.

Hâsılı, İslâm’da silah ve kuvvet esas değil, o bir tâbi, Kur’ân hikmetinin bekçisi ve İslâm nurunun da muhafızıdır. O, hakkı kuvvette gören, cismanî yaşayışı gaye bilen, zulüm ve gadirden lezzet alan ve kendilerini yarı ilâh gören şartlanmış düşünce, kapalı gönüllere karşı, hakkın ihyası, düşünce hürriyetinin ikamesi, mazlum ve mağdur ahlarının dindirilmesi, zayıf ve güçsüzlere melce ve dayanak olması yolunda kullanılmış; herkese seçme ve inanma imkânını hazırlamıştır ki, bu da, herkesin, temiz vicdanlarla, salim düşüncelerle, akıl, mantık ve tabiatla içli-dışlı olan İslâm’ı kabullenip benimsemesine yetmiş artmıştır.
Evet, o, ruhun aradığı, düşüncenin fıtrî ve tabiî bulduğu, muhakeme ve mantığın teslim-i silah ettiği bir sistemdi. Silah ise, güç ve kuvveti her şey sayan beden insanına karşı, bir güzellikler meşheri olan İslâm’ın görülmesine mâni perdeleri parçalıyor; onun güzel iklimine giden yollardaki hakikate baş kaldırmış ifritleri bertaraf ediyor; masum, mağdur ve hakikati arayan ruhlara, üzerinden geçip ebedî mutluluğa erecekleri köprüleri gösteriyordu.
Aslında dünden bugüne, bütün İslâm düşmanları, kendi zulüm ve gadirlerini, kendi çapulculuk ve hunharlıklarını perdelemek ve dikkatleri başka tarafa çekmek için bir lâhza olsun, Müslümanlığı ve Müslümanları karalamadan geriye durmamışlardır.
Zulmü Firavun yapmış, silah ve askeri o kullanmış, milletini “Aton”a ibadete zorlamak için başka mâbutlara karşı harp ilân etmiş ve başka bütün mâbetleri kapamıştı. Budizm “Azoka”nın gayret, baskı ve zorlamaları ile Seylan ve Cenûbî Asya’ya ulaşabilmişti. Mazdeizm, “Kobat”ın akıttığı kan seylâplarıyla yürüyen bir gemiydi ve kendiyle beraber de tarihe gömüldü. Hıristiyanlık milâdın 313. senesinden itibaren, Konstantin’in akla-hayale gelmedik hileleri, zulmü ve istibdadıyla zorla herkese kabul ettirildi. Şarlman Saksonlarla tam 33 sene savaşarak, onları bîtap hâle getirip Hıristiyanlığa girmeye mecbur etti. Mısır, dünyalar kadar kan döküldükten sonra Hıristiyanlaştırılabilmiştir. Rusya, Danimarka karşısında, kandan-irinden göller içinde boğulmamak için kerhen Mesihiyyete girdi.
Zaten Ehl-i Salîb’in bir hiç uğruna asırlarca İslâm dünyasına çektirdikleri, her türlü tarif ve tavsifin üzerindedir; nitekim, yakın geçmişte Vatikan bu mevzuda özür dilemiştir. Bunlar sözde, Hıristiyanlık uğruna, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyor; kadın, çoluk çocuk demeden insanları kesiyor; mezarları, mâbetleri soyuyor; mescitleri, zaviyeleri hayvan ahırları hâline getiriyorlardı ki, kendi kitapları ve günümüzde her tarafta teşhir ettikleri antik-İslâm eserleri bunun en canlı şahitleridir.
Hele dünyadaki bir kısım müstebitler, baskıcılar ve tek başlarına bütün dünyayı idare etme peşinde olanlar!.. Bugün olsun onların işlediği bunca fezaat ve şenaatleri görmeyen veya görmezlikten gelen Batılı yazarlar ve onların İslâm dünyasındaki şuursuz mukallitleri bu mevzuda ne derece objektif olabilirler ki onlara ve dediklerine itimat edilebilsin.
Arz ettiğimiz hususlar, mücerret iddialar değil; bilhassa son zamanlarda Thomas Arnold ve Toynbee gibi insaflı yazarların yüzlercesinin yazıp üzerinde durdukları müdellel gerçeklerdir. Bunlar, İslâm’ın, girdiği yerlerde kan dökülmediği, kuvvet ve cebir kullanılmadığını ısrarla ifade etmektedirler.

Bu cümleden olarak birkaç vak’ayı hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz:

1) Müslümanlar Şam’ı aldıklarında, halkın büyük bir kısmı hemen Müslüman oldu. Diğerleri de önce Müslümanların zimmetini kabul edip bir süre öyle kaldıktan sonra, peyderpey kendi irade ve ihtiyarlarıyla Müslümanlığı seçtiler. Hatta bir aralık, Şam’ın yeniden Romalıların eline geçmesi endişesi belirince, Hıristiyan ahali mâbetlere dolup, Müslümanların zaferi için dualar ettiler.[15]

2) Başta Mısır olmak üzere, Romalıların girdiği her Afrika ülkesinin, oralarda İslâm’ın ses ve soluğunun duyulacağı güne kadar, Hıristiyan idarecilerin elinde inim inim inlediğini “İntişar-ı İslâm Tarihi” kitabında Thomas Arnold yazıyor.[16]
Müslümanlık’la yeniden insanlığa uyanan Mısır halkı, bir baştan bir başa Afrika’nın fethinde önemli bir merkez, daha sonraki dönemlerde de ilim ve kültür hareketlerinin beşiği hâline gelmişti.

3) İspanya halkının İslâm’a karşı hâhiş izhar etmesi ve sekiz asır İslâm’ın önemli bir ilim ve kültür merkezi hâline gelmesi, çok dostlarla beraber bir kısım düşmanların da, düşünce ve söz birliği ettiği bir gerçektir. Daha sonra bazı Batılı ülkelerin, insana, insanlığa, ilim ve kültüre karşı edip-eylediklerini ifade etmeye terbiyemiz müsait değil.

4) İstanbul, Balkanlar ve Şarkî Avrupa’nın Osmanlılar tarafından fethedilmesi, tamamen insaf, istikamet, adalet ve merhamet çerçevesi içinde cereyan etmiş ve mağlup ülkelerin irade ve ihtiyarlarıyla İslâm’ı benimsemesine vesile olmuştur.

5) Maverâünnehir halkı ve daha sonraları Selçukluların kendi rıza ve kendi istekleriyle İslâmiyet’i seçtikleri, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığı vazifesini yüklendikleri ve bunu İslâm nurunun aydınlığında geliştirdikleri, hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği gerçeklerdendir.

6) Zaten, Uganda, Somali, Sumatra, Cawa ve Filipinlere İslâm, sofî ve dervişler vasıtasıyla girdi. Bu sevimli mürşidlerin sevimli davranışlarıyla, girdiği her yerde hüsnü kabul gördü, yaşandı ve kitleler tarafından benimsendi. Bunun böyle olduğunu T. Carlayl, Gustave Le Bon, Thomas Arnold ve Toynbee gibi münsif yazarlar da kabul etmektedirler.

Başlangıçtan bugüne kadar, İslâm hâkimiyeti altına giren hemen her yerde, Müslümanlar sıyanet melekleri gibi tanınıp kabul edildi ve hiçbir zaman zimmîlerden bir şikâyet olmadı; bu uzun sükûnet ve itminan hâli, Batılıların İslâm bünyesindeki zimmîleri tahrik edip dünyanın dört bir yanında peşi peşine hâdiseler çıkaracakları güne kadar da devam etti. Vâkıa, Batılıların oyununa gelip tahrik olan bu milletler, daha sonraları ettiklerine nâdim olup ağladılar; ağladılar ama artık iş işten geçmişti.

Evet, İslâmiyet cihan sulhü prensipleriyle gelmiş, akla, ruha, vicdana beraber seslenmiş ve hasımlarına ikna ile galebe çalmış eşi olmayan tek sistemdir. Bu sistemin temsilcileri olan Müslümanlar, cân-u gönülden bağlı oldukları Kur’ân ve Sünnet’in aydınlık ikliminde, kâinata “mehd-i uhuvvet” nazarıyla baktı ve bir ölçüde herkesle diyaloğa girme yollarını araştırdılar. Kur’ân onlara “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmayı ve âdil davranmayı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtahine sûresi, 60/8) diyerek mürüvvet ve insanlığın esas olduğunu ihtar ediyor ve mü’minlere hedeflerin en yükseğini gösteriyordu. Hatta denebilir ki, kime karşı olursa olsun, o daima iyiliği ve güzelliği yeğliyordu. “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (Bunun için) önce Bana, sonra da anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat etme. (Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin…)” fermanıyla, Müslüman evlâda, müşrik anne ve babasına karşı insanca davranmayı tavsiye ediyor; “İçlerinden zulmedenleri bir yana, Kitap ehliyle en güzel tarzda (münazara ve) mücadele edin.” beyan-ı sübhânisiyle de Ehl-i Kitab’a hak ve hakikatin anlatılmasında yolların en yumuşağını gösteriyordu.

Bu itibarladır ki, Peygamberimiz, hayat-ı seniyyelerinde İslâm’a sığınan hemen herkese iyi davranmış, onlara ikramda bulunmuş ve zimmetimizi kabul edenleri, hukukta Müslümanlarla bir tutmuş, her fırsatta, âlemlere rahmet olduğunu onlara da hissettirmiştir. Davet ettiklerinde davetlerine icabet etmiş[18], cenazelerine saygı göstermiş[19] ve hastalarına ziyarette bulunmuştur. Ehl-i Kitap’tan borç para almış, onlara rehin vermiş[20], onlarla ticaret yapmış ve Müslümanların vesâyâsı altında bulunanları gül gibi aziz tutmuştur. “Zimmîye eziyet eden, benden değildir.”[21] buyurarak zimmî hukukunu en ulaşılmaz seviyede ele almış ve “Ahd u zimmetimizde bulunan birisini öldüren, Cennet’in kokusunu duyamaz.”[22] ferman ederek hayatını Müslümanların içinde geçiren zimmîlere yapılan eziyetin Cennet’ten mahrumiyete sebebiyet vereceği terhibinde bulunmuş; ne evvel ne de âhir hiçbir hukukî sistemin, hiçbir hümanist düşüncenin ulaşamadığı ve ulaşamayacağı en yüksek insanî değerler zirvesini göstermiştir.
O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aydınlık döneminde, her şey böyle seviyeler üstü cereyan ettiği gibi, pek az tali’siz devirlerin istisnasıyla, günümüze kadar gelen Müslüman idareciler de O’ndan tevârüs ettikleri İslâm emanetinin korunması hususunda aynı hassasiyeti göstermişlerdir.
Allah’ın rıza ve rıdvanı üzerlerine olsun.

* * *
Editör: EKREM ERDEM