Devletin malı deniz.. denmez, rızasız bir lokma yenmez

Bilindiği üzere; Alevî Bektâşî yol ve erkânında, “eline, diline ve beline sahip olmak” her şeyin başıdır. Yolumuzun Serçeşmesi, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin; “Elinle koymadığın bir şeyi, alma! Ekmeğini, kimseden esirgeme!” sözü, en önemli yaşam ilkemiz olmuştur. Eline sahip olmayıp, başkasına ait bir şeyi izinsiz kullanmak veya hırsızlık yapmak, bir Hakk tâlibini yoldan düşürür. Dede huzûrunda,

PANORAMA - NEWS 04 Nisan 2023 BLOG

Bilindiği üzere; Alevî Bektâşî yol ve erkânında, “eline, diline ve beline sahip olmak” her şeyin başıdır. Yolumuzun Serçeşmesi, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin; “Elinle koymadığın bir şeyi, alma! Ekmeğini, kimseden esirgeme!” sözü, en önemli yaşam ilkemiz olmuştur.

Eline sahip olmayıp, başkasına ait bir şeyi izinsiz kullanmak veya hırsızlık yapmak, bir Hakk tâlibini yoldan düşürür. Dede huzûrunda, yıllık sorgudan ve görgüden geçen ikrârlı bir Alevî’nin elinden, dilinden hiçbir kimse incinmemelidir. Alevî Bektâşî tâlip ve dervişi, rızâsız bir tek lokma dahi yiyemez. “Devletin malı deniz…” diyemez.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin yukarıdaki çağrısı, tekke ve dergâhlarda karşılığını bulmuş, Buyruk ve Erkannâmelerde tâliblerin elleriyle koymadıkları herhangi bir şeyi almamaları konusunda somut örnekler üzerinden, oldukça ayrıntılı açıklamalar yapılmıştır.

Bunlardan birisi şöyledir: “Bu tarîkat içinde olan kişi, rızâsız hiçbir iş yapmamalıdır. Öyleki bir bahçede ağaçtan düşmüş bir elma görseler, o elmayı almamalıdırlar. Eğer bahçıvan olan kişi, elmayı alıp kendi rızâsıyla yolcuya verirse, yol ehli olan kardeşler bu durumda elmanın kıymetini (ücretini) ödemeden o elmayı almamalıdırlar, kıymetini verirlerse alabilirler. Bu yol içinde olan kişi gerektir ki rızâ ehli ola ve her işinde rızâyı araya. Eğer böyle olmazsa, yol mürtedi (yoldan dönmüş) olur.

Şöyle hikâye edilmiştir ki günlerden bir gün, Şeyh Safî arkasında tâlibleri olduğu halde yürürken, bir bahçedeki ağaçta üç elma olduğunu görmüş; ancak gezinti dönüşü, o ağaçta üç elmadan birisinin olmadığını fark etmiş ve bahçıvanla aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir.

Şeyh Safî: Bu ağaçta üç elma vardı, birisi şu anda yok, ne oldu? Bahçıvan: Şâhım, düştü. Şeyh Safî: Kopardılar mı, yoksa kendi mi düştü? Bahçıvan: Kendi düştü. Şeyh Safî: Peki, o düşen elmaya ne oldu? Bahçıvan: Bir sûfîye verdim. Şeyh Safî: Peki, o mu istedi, yoksa o istemeden sen mi verdin? Bahçıvan: O istemeden ben verdim. Şeyh Safî: Kıymetini verip mi aldı, yoksa vermeden mi aldı? Bahçıvan: Şâhım! Değerini verip aldı. Şeyh Safî: Parasını sen mi istedin, yoksa o kendiliğinden mi verdi? Bahçıvan: Şâhım! İstemeden verdi.

Şeyh Safî, her türlü noksanlıklardan münezzeh (uzak) olan Hakk Teâlâ Hazretlerine şükürler edip şöyle söyledi: El-hamdü lillâh Aliyyün veliyyullâh. Sûfîlerim Rahmânîymiş, şeytânî değilmiş.”

Şeyh Safî’nin, adına Allah’a şükrettiği İmâm Ali, hilâfeti sırasında “elinle koymadığını almama” konusunda, cümle mü’minlere örnek olmuştur. Bir gün kardeşi Akîl, kendisine gelip de beytü’l-mâlden (devlet hazinesinden) para istediğinde, ocaktan bir parça köz alarak, kardeşinin avucuna koymak istemiş, kardeşinin itirazı üzerine ise; “Kardeşim! Senin eline bu köz parçasını koymamla, tüyü bitmedik yetimlerin hakkı olan bir parayı beytü’l-mâlden alıp sana vermem arasında hiçbir fark yok.” demiş.

Bunun üzerine, Akîl, İmâm Ali Efendimiz’e karşı olan Muâviye bin Ebî Süfyân’a giderek, ondan para almış ve kardeşi İmâm Ali’nin muhalifi olmuştur. Akîl’in şu sözü meşhurdur: “Biliyorum ki abim Ali haklıdır ama Muâviye’nin de pilavı yağlıdır.”

Allah, bizleri İmâm Ali’nin, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin ve Şeyh Safî’nin “hak, hukuk ve adalet” yolundan ayırmaya. Yolumuzu arsıza, hırsıza ve uğursuza uğratmaya.

Müstakim Bey