Devamlı okunan vird ve tefsirlerin bir şahs-ı mânevîsi var mıdır?

Şimdi, bazı Müslümanların, devamlı okudukları virdler ve tefsirler için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Söylenebilir mi? Yoksa bütün bunlar bir his yanılması mı? Muhyiddin İbn Arabî gibi hakikatbîn bir göz, eğer bir şey gördüğünü söylüyorsa bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilâf-ı vâki beyanda bulunması ihtimal dahilinde olsa bile, Allah’a bu denli merbut bulunan ruh insanları için

EKREM ERDEM 29 Ekim 2021 BLOG

Şimdi, bazı Müslümanların, devamlı okudukları virdler ve tefsirler için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Söylenebilir mi? Yoksa bütün bunlar bir his yanılması mı?

Muhyiddin İbn Arabî gibi hakikatbîn bir göz, eğer bir şey gördüğünü söylüyorsa bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilâf-ı vâki beyanda bulunması ihtimal dahilinde olsa bile, Allah’a bu denli merbut bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikate pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden ara sıra hilâf-ı vâki beyanlar sudûr edebilir. Fakat, Muhyiddin İbn Arabî gibi daima Rabbin azametini, mehâbetini üstünde hisseden ve her zaman kesret cehennemlerinin dehşetini ruhunda duyan, vahdet cennetlerinin büyüleyici güzellikleri karşısında mest ü mahmur dolaşan birisinin, haktan, hakikatten ayrılıp hilâf-ı vâki beyanlarda bulunması muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğrudur. Ancak, söyledikleri sözler içinde, -Kur’ân ve hadisin müteşabihatı olduğu gibi, yani, bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkânsız veya çok zor bir kısım beyanlar bulunduğu gibi- mânâsını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmaktadır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.” buyuruyor. Şimdi bu kelimeleri hakikatine hamletmek -hâşâ- Allah’a bizim ellerimiz gibi el isnat etme mânâsına geleceğinden, selef: “Allah’a el, yüz, ayak gibi isnat edilen kelimeler hem Kur’ân’da, hem de Sünnet’te vardır ama; bunların, hakikatlerini sadece Allah bilir.” demişler… Sonradan gelen ulemâ (halef) ise, tecsim, teşbih gibi meselelere kapı açar endişesiyle bu kelimeleri uygun şekilde tevil etmişlerdir. Meselâ, “yed”i kudretle, “vech”i de Zât’la tevil etmişlerdir.

Sonraki ulemânın bu mevzuda gösterdikleri endişe ve hassasiyet yerindeydi. Zira, Müslümanlar sahabe dönemindeki gibi artık saf değillerdi. Az dahi olsa, teşbihçi ve tecsimci felsefeyle tanışmış ve yara almışlardı. Bu kelimelerin olduğu gibi bırakılmasında, suiniyetli kimselere, suiistimal kapısı açılabilirdi. Bu itibarla onları, “muhkemat”la tespit edilen hakikatlere irca etmekte zaruret vardı. Vâkıa, bugün dahi, Kur’ân’ın bu türlü müteşabihi, ya ilm-i ilâhîye havale edilir veya halefin yaptığı gibi tefsire tâbi tutulur.

Kur’ân’da bu türlü, anlaşılmayan veya tevil isteyen kelime ve cümleler olduğu gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanında da müteşabihat görüyoruz. Meselâ, Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste buyuruyorlar ki: “Allah elini benim göğsüme koydu ve bana dedi ki: ‘Yâ Muhammed, Mele-i A’lâ’nın sakinleri neyin mütalâa ve müzakeresini yapıyorlar?…’ O esnada ben O’nun elinin soğukluğunu göğsümün üzerinde hissettim…” Bu da bir müteşabihtir ve halefe göre, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle rezonans olma, bâtınî hakikatlere tam uyanma göklerin sırlarına, eşyanın hakikatine vâkıf olma şeklinde tevil edilir ki, hadisin sonu da bunu teyit eder mahiyettedir.

Bu hadiste olduğu gibi, daha pek çok yerde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, düz mânâ ile işin içinden çıkamayacağımız bir hayli müteşabih göstermek mümkündür. Ancak asıl mevzumuz bu olmadığı için, bu kadarıyla yetinmek istiyoruz… Muhyiddin İbn Arabî gibi zevatın da sözlerinde müteşabihat vardır. Yâsîn sûre-i celilesinin temessül edip başında durması, olduğu gibi de kabul edilebilir, müteşabih de sayılabilir.

Temessül ve misalî levhalar, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri gibi, İmam Rabbânî Hazretleri ve “Hüccetullahi’l-Bâliğa” sahibi Şah Veliyyullah Dihlevî Hazretleri tarafından kabul görüp sık sık başvurulan bir mevzu ve bir gerçektir. Temessül, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Melek, Meryem Validemizin yanına gelince) müstakîm, görkemli bir erkek suretinde temessül etti.” âyetiyle ele alınır ve anlatılır. Melek, Allah’ın nurdan yarattığı bir varlıktır. Kendi şeklinde göründüğü, görünebildiği gibi başka şekillerde de görünebilir. Onun, asıl şeklinin dışındaki bütün görünme şekillerine “temessül” diyoruz. Yani belli bir hâle ait, belli bir zatın belli bir keyfiyetini veya Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ait herhangi bir şeyi temsil ediyor demektir. Meselâ, yerinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyi getirmeye has bir keyfiyetle geliyor ve o vazifede bir hakikati temsil ediyor. Yerinde bir muharibi temsil ediyor. Meselâ, Ahzâb Vak’ası’ndan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Benî Kurayza’ya gideceği zaman, Cebrâil (aleyhisselâm) bir muharip kıyafetinde gelmişti. Üstü başı toz toprak içindeydi. Bu vak’a münasebetiyle Âişe Validemiz diyor ki:

“Sütreyi sıyırdım; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birisi vardı ve Efendimiz’le konuşuyordu. Diyordu ki: “Yâ Muhammed! Siz zırhlarınızı, miğferlerinizi çıkardınız mı? Biz melekler tayfası henüz çıkarmadık. Namaz, falan yerde kılınacak…” Bir başka sefer, Dihye sûretinde gelmiş ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyi getirmişti… Bunun gibi melek hangi vazife ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelirse o vazifenin keyfiyetine göre temessül ederdi. Şayet, başkalarının başına ateş saçacaksa, ona göre bir keyfiyet ve bir şekil alırdı…

Melekler, Allah’ın emri ve izniyle başka başka şekil ve suretler aldıkları gibi, ruhanîler, cinler, şeytanlar; eşyanın ruhundaki kanunlar, mânâlar.. Kur’ân’lar, dualar, tesbihler hepsi Allah’ın izniyle temessül edebilir. İnsanın rüyalarına akseden şeylerin bütünü, bu temessülâttan ibarettir.

Meselâ, siz rüyanızda bir elma görürsünüz. Bu elma, âlem-i mânâ ve âlem-i misalde bir hakikati temsil eder. Elma, tatlı söze de delâlet eder. Meselâ, elma gören bir insan, yarın tatlı söz konuşacak ve birinin gönlünü alacak demektir…
Ancak, Kur’ân ve Sünnet ışığı altında, mülhem gönüllerin bu türlü şeylerden bahsetmelerinde bir mahzur olmasa bile, hakikate kapalı ruhların böyle şeylerden bahsetmeleri, kat’iyen doğru değildir. Bunu bir vak’a ile teyit etmek istiyorum: Geçende bir arkadaş, “Falanın evine, falan büyük zat uçarak gelmiş, evden içeriye girmiş ve sonra da çıkıp gitmiş..” dedi. Tabiî böyle güzel görünümlü bir rüyadan herkes memnun, rüyayı gören de, rüyanın, içinde cereyan ettiği ev halkı da… Çünkü başlarına devlet kuşu konmuş gibi bir iltifat sanıyorlardı bu rüyayı. Derken orada bulunan bir zat ürperdi ve dedi ki: “O, cenazeye delâlet eder. Bu daire içinde mühim zatlardan birisi ölecek demektir.” Aradan az bir zaman geçmişti ki, gelip dediler: “Arkadaşlarımızdan falan kıymetli zat, hiç beklenmedik bir anda, zâhirî esbap açısından yanlış bir iğne ile birdenbire vefat etti…” Demek ki, misal âlemine ait tabloların umumî güzelliklerinin yanında belki ondan da evvel, sembollerin ne mânâya geldiğini anlamak ve ona göre çözmek icap edecek…

Kur’ân, dua ve münacâtlar da böyle değişik şekillerde temessül edebilir. Bazen bir dua, Kur’ân’dan bir sûre, sahabeden Üseyd İbn Hudayr’a olduğu gibi, bir bulut, bir buğu şeklinde temessül edip görülebilir ki, Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin müşâhede ettiği şey de işte böyle, duadan, senâdan, evrâddan, ezkârdan temessül etmiş bir şeydir…

Bu mevzuda ikinci bir husus da şudur: Her hakikate, her şe’ne, her zikre, her fikre müekkel bir melek vardır; bizim evrâd u ezkârımızı, Cenâb-ı Hakk’a intikal ettirmek için o işe nezaret eder. Yâsîn-i Şerif’i intikal ettirmede de öyle vazifeli bir melek vardır ve o, Yâsîn’in muhtevasına göre bir şekildedir. Âdeta Yâsîn o meleğin şemâilini çizmektedir. Yâsîn için bir şekil düşünebilirsiniz, ki düşünmek biraz zor, hatta çokları için imkânsızdır. Bunu mümkün görsek de, bu ancak âlem-i misale muttali olanlar için mümkündür.

İşte, bilenlerin bileceği, bizim bilemeyeceğimiz bir surette, Yâsîn’i temsil eden melek, Yâsîn’in misalî hakikatine uygun temessül eder. Bir başka melek de Amme sûre-i celilesini temsil eder. Böylece, sûrelerin temessül edip belli bir şekilde ortaya çıkması, çok lüzumlu bir anda bize yâr-ı vefadâr olması mümkün olabileceği gibi, aynı zamanda o sûreye nezaret eden meleğin görünmesi de mümkündür.

Sahih hadis-i şeriflerde rivayet edilmiştir ki: “Mü’min, kabrine konduğu zamanda başının ucunda güzel yüzlü bir kişi görünür. Adam ona der ki: ‘Sen nesin?’ O da: ‘Ben senin amelinim. Kıyamete kadar sana yâr-ı vefadâr ve enîsim…'” Keza kötü bir insan da kabre konduğu zaman başının ucunda, habis, çirkin ve manzarası Cehennem azabını tattıracak bir insan beliriverir. Adam ona sorar: “Sen nesin?” O da: “Ben senin kötü amelinim. Kıyamete kadar senin vefasız yârin ve dostunum…

Tabirlerde tasarrufla, meseleyi takdimde farklı sözler söylemiş olabilirim; ama, meselenin hakikati aynen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurdukları gibidir. Demek ki, amel de temessül ediyor. Hatta denebilir ki Cennet’te çeşit çeşit nimetlerin inkişafı, mü’minin ameline bağlıdır. Binaenaleyh, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in görüşüne göre, Cennet mevcuttur. Cennet’i inkâr etmek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat daire-i kudsiyesinden dışarıya çıkmak demektir. Ancak, Cennet’in, bir çekirdeğin bir ağaç hâline gelmesi gibi, gelişip inkişaf etmesi, mü’minlerin amellerine bağlıdır. Ameller devam ettikçe de o, inkişaf edecektir.

O hâlde denebilir ki, her bir mü’minin Cennet’i, henüz kendisi hakkında tam inkişaf etmemiş, bir kısım dalı budağı henüz tamamlanmamış.. mü’min, namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekâtıyla, Müslümanlıkta sadakatiyle o Cennet’e yeni yeni buudlar, renkler kazandıracak, revnaktarlığını artıracak, nihayet, haşr u neşr olup ahirete gittiği zaman onu tam inkişaf etmiş olarak bulacaktır. Bunun gibi, insanın amelleri de Cennetlerde temessül edecek ve mü’min onlardan istifade edecektir. Bu hususu ifade için, ehlullahtan bir zat: “Burada bir Sübhanallah der, orada bir meyve-i Cennet yersin.” buyurur. Evet, burada bir Elhamdülillah der, orada Allah’ın nimetlerinden istifade edersin. Binaenaleyh her amel, orada değişik şekilde insanın istifadesine takdim edilecektir ki, biz bunların hepsine “temessül” diyoruz.

Bazı Müslümanların devamlı olarak okudukları evrâd da böyle temessül edebilir. Veya o evrâd, bir melek tarafından Cenâb-ı Hakk’a takdim edilirken, o melek ona nezaret eder. Sanki o melek, okunan evrâdı temsil ediyor gibi olur. Hazreti Muhyiddin gibi kimselerin gözüne görünen de işte odur. Sahabe-i kiram ve daha başkalarına da, Kur’ân-ı Kerim okudukları zaman böyle sekîne inmiş ve onlara görünmüştü…
Ezcümle, hitâm-ı misk olsun diye, Üseyd İbn Hudayr’la alâkalı bir husus arz edeceğim:

Efendimiz’e geliyor, telaş ve heyecan içinde:

“Yâ Resûlallah! Akşam Kur’ân-ı Kerim okuyordum. Yanımda da atım vardı. Çocuk da ata yakın bir yerde duruyordu: Birdenbire at kişnedi, coştu, şahlandı. Çocuğu çiğneyecek diye Kur’ân-ı Kerim’i kestim. Ben Kur’ân’ı kesince de at durdu. Ben okumaya başlayınca, sanki bir şeyler görüyor gibi o da serkeşleşiyordu. Ben Kur’ân’ı bırakınca yine duruyordu. Sonra başımı kaldırdım baktım. Bizi bir bulut sarmıştı. Ben Kur’ân okudukça o yaklaşıyordu. Ben Kur’ân’ı kesince de o bizden uzaklaşıyordu.” dedi.
Efendimiz buyurdular ki:
“Şayet sabaha kadar Kur’ân okusaydın, o da sizi sarmaya devam edecekti. O, sekîneydi.”
Kur’ân-ı Kerim’de de birkaç yerde geçen bu “sekîne” tabiri, ister gönüllere Allah’tan gelen bir itminan, isterse meleklerin dışında insanın ruhuna istikrar kazandıran ve onun kuvve-i mâneviyesini takviye eden Ruhü’l-Kudüs, isterse, doğrudan doğruya, Zât-ı Ulûhiyet’in tecellîsi olsun alâ külli hâl, bir kısım evrâd u ezkâr ve Kur’ân’a karşı böyle bir teveccühün olduğuna emare, işaret ve delil demektir.
Her şeyin doğrusunu Allah bilir.
                                                     * * *
Editör: EKREM ERDEM