Dabbetülarzın AIDS hastalığı ile alâkası var mıdır?

Cenab-ı Hakk, yeryüzünde debelenip duran, yürüyen, ayakları üzerine emekleyen değişik varlıkları bir çırpıda anlatırken buyuruyor ki: “Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır…”  Bunlar, şu âna kadar sizin bildikleriniz. Evet mikroorganizmalardan en büyük varlıklara kadar, eskilerin dinozorları,

EKREM ERDEM 25 Mart 2022 BLOG

Cenab-ı Hakk, yeryüzünde debelenip duran, yürüyen, ayakları üzerine emekleyen değişik varlıkları bir çırpıda anlatırken buyuruyor ki: “Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür.

Allah dilediğini yaratır…”  Bunlar, şu âna kadar sizin bildikleriniz. Evet mikroorganizmalardan en büyük varlıklara kadar, eskilerin dinozorları, daha sonraların mamutları, filleri ve gergedanları; bütün bu varlıkların hepsi, bu umumî hükmün altına girer. Ama, bir de sizin bilmediğiniz şeyler vardır ki, Allah murat buyurduğu zaman, ileride, değişik değişik türleriyle onlar da yaratılacaktır. Mikroorganizma türüyle AIDS de onlardan olabilir. Atmosfere, iklime göre değişik, çeşit çeşit varlıklar olabilir. Hatta bunlar canlı varlık olmayıp başka tür varlıklar da olabilir…

Kur’ân-ı Kerim’de, başka bir yerde dabbe, Allah’ın rızıklandırdığı dabbeler sadedinde “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.”, “Nice canlı (dabbe) var ki rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allah besler.” Evet, nice dabbeler vardır ki, sizin de onların da rızkını Allah tekeffül ve taahhüt buyurmuştur. Besleyen, büyüten ve çoğaltan yalnız O’dur.

Mevzumuzla alâkalı dabbe ise, Neml sûresinde geçer. “O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız; o, onlara insanların, âyetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler.” Yani, işiniz bitti artık; yeryüzünde teşhir vazifesini gördünüz, yeryüzü de meşher olma vazifesini bitirdi. Bu meşherin açılmasından maksat şu idi: Allah burada, bilinip tanınmasını ve bunun ilân edilmesini istiyordu. Şu anda artık bilinmediğine ve yeryüzünde Allah diyenlerin sayısı her gün biraz daha azaldığına göre, öyleyse, Allah sizin hakkınızda yok olma hükmünü verdi. İşte bu hükmün verilmesi için de biz, yerden konuşan bir dabbe çıkarıverdik. O dabbe ister kâliyle, ister mikrofonla, isterse hâl diliyle olsun konuşan bir dabbedir ve artık bundan böyle, insanların iman etmeyeceklerini ilân edecektir. Yani dabbenin çıkması, mevcut imanî durumun ve inananların duraklaması, bir ölçüde geriye gitmesi, zayıflaması, hatta bitmesi ve tükenmesi demektir. Zaten bu âyetin arkasında da hemen haşr u neşirle alâkalı âyetler geliyor ki bundan da, bunun önemli bir kıyamet alâmeti olduğu anlaşılıyor.

Dabbetülarz, zuhur edecek 10 kıyamet alâmetinden bir tanesi ve ihtimal ki aynı zamanda sonuncularından birisidir. Öyle bir sonuncu ki, âyetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre, bu hayvanın zuhuruyla artık yeryüzünde iman mevcelenmesi, çağlaması duracak ve İslâm’a ait her şey, süratle kuruma ve tükenmeye doğru gidecek. İnanmışları, arkadan başka inananlar takip etmeyecek, inanmış olanlar da bundan böyle inançları adına yakîn hâsıl edemeyecekler. Demek ki, fen ve felsefe çok ileriye gidecek, teknik ve teknolojide baş döndürücü muvaffakiyetler olacak, insanlar yaratma(!) sevdasına kapılacaklar.. tüplerde, tüp bebekler yapacaklar ve robot adamlar yapılacak; dünyanın idaresi de onlara bırakılacak… Her yanı, “yarattım” diyen sergerdanlar saracak ve kat’iyen Allah hakkında yakîne yanaşmayacaklar. İşte âyetin siyak ve sibakından anlaşılan şeyler…

Dabbetülarz, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hadislerinde de, Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı şekle uygun olarak ele alınmakta ve yapacağı şeylere temas edilmektedir: “Dabbe çıkacak, yeryüzünde dolaşacak ve hemen her tarafta görülecek…”
Dabbetülarz’ın AIDS ile alâkası olup olmadığına gelince, evvelâ, şunu arz etmek istiyorum: Bir kısım arkadaşlarımız -muhakkak ki hüsnü niyetlidirler- günümüzde zuhur eden bir kısım hâdiselerle, âyetler ve hadisler arasında bir mutabakat aramak suretiyle, Kur’ân ve Efendimiz’in beyanlarının takviyesini düşünmektedirler. Bir yönüyle bu türlü gayretler, gelişen fünûn-u müsbete, pozitivizm ve rasyonalizm cereyanları karşısında -doğru veya yanlış- Kur’ân ve Sünnet’e ait meseleleri, ilmî ve tecrübî neticelerle tevfik etmek, desteklemek; bu yolla ilim ve tecrübe insanına bir şeyler anlatmak maksadıyla yapılmaktadır. Ve kanaat-i âcizanemce, gelecekte tenkit edilebilme durumu mahfuz olmakla beraber, şimdilik bütün bütün zararlı olduğunu söylemek de acelecilik olsa gerek…

Vâkıa, Kur’ân’ın ve Sünnet’in nurlu beyanları, ilimlerin koltuk değneğine ihtiyaç olmadan da, insan vicdanı tarafından sezilecek kadar parlak ve yanıltmaz olduğundan, her zaman hüsnü kabul görecek mahiyettedir. Bundan da öte, beyan edilecek her delil, Kur’ân ve Sünnet’i, ilimlerle uzlaştırma, anlaştırma, tevfik etme istikametinde gösterilen her gayrete, bizim, kendi zavallı akıllarımızı saran tozu toprağı süpürme maksadıyla müracaat ediliyorsa, buna bir şey demeyeceğim; kimse de dememelidir. Yok, bu deliller, bu sözler, bu beyan ve bu gayretler, Kur’ân ve Sünnet hakikatini omuzlayıp taşımak içinse, bence o omuzlar bu yüce hakikatleri taşıyamayacak kadar cılız ve çelimsizdirler.

Binaenaleyh, hâlihazırdaki durumları itibarıyla dahi ümit ve itimat vaad etmeyen bu şeylere nasıl bel bağlanabilir? Yarın bir başka ilmî fırtına tarafından sürüklenip bir tarafa itilmeyeceklerine kim teminat verebilir? Ve böyle vâhi emirlere Kur’ân ve Resûlullah’ın beyanlarını bina etmek, hatta Kitap ve Sünnet’i ilme vize ettirmeye kalkmak, müdafaasını üzerimize aldığımız hakikatlere karşı saygısızlık olmaz mı?

Şimdi de, AIDS ile dabbetülarzın alâkası üzerinde duralım: Bildiğiniz gibi bu mesele, asrın dışa vurmuş çirkinliklerinden sadece bir tanesi… Düşüncem icabı, bâtılı tasvir etmek istemem. Hele AIDS gibi, söylerken dahi, utanıp kulaklarımıza kadar kızardığımız bir mevzuda…

Şimdi sâfi zihinleri bulandırmayacak şekilde arz etmeye çalışayım. Evvelâ, “AIDS, dabbetülarz cüz’iyatının bir parçasıdır.” denmesi doğru olsa da, “AIDS, dabbedir.” demek doğru değildir. Zira, onu âyete biricik tevil yapmak, yıkılıp gittiği zaman, âyetin ruhunu zedeleyecektir. Bugüne kadar çok hastalıklar çıktı ve insanlığı kastı kavurdu, sonra da çekip gitti. Allah Resûlü, Buhârî ve İbn Mâce’nin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!”
Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (celle celâluhu) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Ebû Dâvûd’un rivayetinde “Her derde deva vardır.” buyrulur. Başka bir hadis-i şerifte: “Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.” Efendimiz bir diğer ifadesinde ölümün çaresi olmadığına işaret etmektedir. Herkes behemehâl ihtiyarlayacak ve ölecektir. Evet ihtiyarlık ve ölümün çaresi yoktur, ama bunun dışında her derde derman olabilir…

Şimdi bununla onun tevfikini yapmaya çalışalım:

Bir kere, AIDS dediğimiz bu hastalık, dünyanın bazı yerlerinde görüldü ama -çok şükür- Türkiye’de çok fazla görüldüğü söylenemez. Bunu da, kafalarımızdan atıp ruhlarımızdan söküp atamadığımız, İslâm’ın yüksek ahlâk ve disiplinlerine borçluyuz. AIDS bir zamanların verem ve vebasının, şimdilerin kanserinin ulaştığı noktaya henüz ulaşmamıştır. Dün o hastalıklara, bugün de kansere dabbetülarz denebilirdi ve denmelidir de. Ama “dabbetülarz” küllî hakikatinin bir cüz’ü olarak, geçmişin o dehşetli heyûlaları verem ve veba, Allah’ın yarattığı ilâçlara yenildi ve “dabbetülarz” defterinden silindiler. Kanser son tabyelerini kullanıyor; darısı AIDS’in başına… Veba eskilerin korkulu rüyasıydı. Düşünün ki, tek bir tablo olarak, Amvas’ta, ashab-ı kiram arasında otuz bine yakın insanı alıp götürmesi ne müthiş hâdise!.. Bazı ihmale uğramış ülkeler müstesna, günümüzde artık bu türlü hastalıklara rastlanmıyor. Eğer veba, önü alınmadan evvel böyle âyet ve hadislerle, günümüzde yorumlandığı gibi yorumlansaydı, dabbetülarza veba virüsü demek uygun düşecekti. Zira hem çok yaygın, hem de çok korkunçtu.

Keza, bugün insanların çoğunda kanser var. Bu mevzuda uzmanlar diyorlar ki; bir insanda beliren kanser hücrelerinin, ancak çok zaman sonra, önü alınmaz bir tehlike olduğu sezilebilmektedir. Bugün, dünya çapında yapılan istatistiklere göre, kanserli nispetinin, insanın içinde ürperti hâsıl edecek seviyede olduğu söylenmektedir. Ve henüz ciddî bir tedavi sisteminin tatbik edildiği de söylenemez. Söylenemez ama, uğraşıyorlar; Allah’ın izni ve inayetiyle önleyecek gibi görünüyorlar. Şimdi eğer bir şeye dabbetülarz nazarıyla bakılacaksa, bence kanser de bu mevzuda hatırı sayılan namzetlerden biridir. Hatta, kanser ve AIDS bugüne göre nispetlendirilse, AIDS’in, kanserin yüzde birine ulaşmadığı görülür. Evet, mesele kemmiyet plânında ele alınacak olursa, bugünkü durumu itibarıyla AIDS’in çok önünde korkunç hastalıklar var. Dermanı olmadığından dolayı, keyfiyet plânında düşünülüyorsa; yarın, buna da derman bulunduğu takdirde acaba, hadise karşı itimadı sarsmış olmaz mıyız?

Müsaadenizle bir hadisle alâkalı, küçük bir mütalâa ile buna ışık tutmaya çalışacağım:

Birçoğunuz duymuşsunuzdur; bir kısım kimseler, önünü arkasını düşünmeden ve ilim adına bir şeyler yapıyorum diye hadisleri ve âyetleri aceleden tevil ederek, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cüzzamdan aslandan kaçar gibi kaçınız.” mealindeki hadisine, sözde ilmî ve Efendimiz’in gaybe âşina olduğuna delâlet eder bir yorum getirmek için, diyorlar ki: “Biliyor musunuz, neden Peygamberimiz, aslandan kaçma teşbihiyle anlattı? Çünkü, cüzzamın mikrobu, tıpkı aslana benziyor da ondan…” Şimdi bu, o kadar aceleden söylenmiş bir sözdür ki, ileride bu mikrobun, mikroskobun altında hiç de aslana benzemediği ortaya çıkınca, dine yararlı mı, zararlı mı olacağı hesap edilmemiştir. Zira izah, hadise dayandırılarak yapıldığından, sanki hadis böyle demiş gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla izahın yanlışlığı mikroskop altında ortaya çıkınca -hâşâ- bu hilâf-ı vâki beyan, Efendimiz’den şerefsudur olmuş gibi kabul edilecek ve dolayısıyla hadis darbelenecektir.

Bu itibarladır ki, işin aslını iyi öğrenmeden böyle şeyler söylemek çok yanlış ve zararlı olmaktadır. Değil bunlar gibi vâhi teviller; İslâmî meseleler, pozitif usûllerle en sağlam yorumlara tâbi tutulduğunda dahi, eskilerin ifadesiyle “Fîhi nazar” deyip mülâhaza dairesini açık bırakmak, başka ihtimalleri göz ardı etmemek ve ifadelerin müsaadesi ölçüsünde alternatif yorumlara da yer vermek mecburiyetindeyiz. Kaldı ki bugün, pozitivizmin ayakları yerden kesilmiştir. Ve ona artık şüphe ve tereddüt içinde bakılmaktadır. Bugün Batıda ilim adına en yaygın düşünce, her şeyin bir ölçüde yanlışlığını kabul etmek çizgisinden hareketle, ilim adına bu yanlışları bıraka bıraka ileride yanlışsız ilme ulaşma düşüncesidir. Bu düşünce de, diğer düşünce sistemleri gibi tenkit edilebilir. Ne var ki, pozitivizm ve rasyonalizmin saltanatlarının sarsıldığını ifade etme bakımından oldukça önemlidir.

Binaenaleyh, bugün en sağlam gibi görülen, tecrübî ilimlerde dahi bu kadar kuşku, bu kadar tereddüt bahis mevzuu olursa o kadar dahi güç ve ağırlığı olmayan nazariyelerle, âyât-ı beyyinâtı ve hadis-i şerifleri bu nazariyelere göre tevil etmek; “Âyete ve Sünnet’e kuvvet kazandırıyoruz.” derken, onlara karşı bir cinayet mânâsınadır. Günümüzde bu mevzuda bir kitap enflasyonu var. Evet kısa zamanda çok kitap yazıldı; ama fazla değil, birkaç sene sonra, bunların hepsini alıp okuyacak nesiller, bunlara gülecek ve bizler gibi yazıp anlatanların talihsizliğine vereceklerdir… Ama meseleyi değişik ihtimaller içinde ve daha geniş perspektifli ele alarak, şu da, şu da olur diyenler, yazıp söyledikleri şeylerin üzerinden 100 sene dahi geçse, yine de taze ve orijinal bulunacaklardır.

Evet, bu anlayışla yazılan eserlerin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hâlâ tatlı, hâlâ cedit, hâlâ ceyyit, hâlâ taze, hâlâ duru, hâlâ tertemiz olarak bulunuyorlar.

Meselâ, önce delil dediğimiz nesnelerin doğruluğunu kabul ediyor; sonra, netice ve müddeayı bunlara dayıyoruz. Oysa yukardan aşağıya doğru tedellî usûlüyle gelmek de mümkün. Meselâ: Allah var ve bu deliller de O’nu gösteriyor, Resûlullah Hâtemü’l-Enbiyâ’dır; şunlar da ona delâlet ediyor. Ayağımın altında şu küçük karıncalar, şu mikroskobik organizma size anlatmak istediğim hakikatlere işaret ediyorlar… şeklinde olmalı. Bu bakış başka; “delil” diye ele aldığımız bu zayıf, bu cılız şeylere tutuna tutuna, göklerin ve yerin Yaratıcısı, O, “Lehû makâlîdü’s-semâvâti ve’l-ard” olan Zât’ı anlatmak başkadır. İşte, zannımca AIDS’te de, böyle bir bakış zaviyesi hatası yapıldı. Bunu imanlı ve insaflı kimseler yaptıkları için yaptıkları işin sevabını da kazandılar. Ancak, yarınki imansız ve insafsızlar, bu tahlil ve tevilleri, serrişte ettikleri zaman, bu iman ve Kur’ân kahramanları çok utanacak ve yanlış yorumlarının hacaletiyle iki büklüm olacaklardır.

Bu itibarladır ki, hadisler ve Kur’ân’ın âyetleri bahis mevzuu olduğu yerlerde, her mü’min, çok dikkatli konuşmalı, dikkatli düşünmeli ve onlarla alâkalı hususlarda dikkatli olmalıdır.

Eğer bu mevzuu hüsnü niyetle ele alan kardeşlerimiz deselerdi ki, AIDS de dabbetülarz nev’inden bir fert olabilir -inşâallah maksat ve niyetleri de budur- ben bunu öper başıma kordum. Evet AIDS, dabbetülarz hakikatinin bir parçası olabilir ve ona ait bir vazifeyi de görebilir. Hâlâ tahribatını bütün şiddetiyle devam ettiren kanser de o dabbetülarz nev’inin bir ferdi olup ona ait bir kısım küçük vazifeleri görebilir. Ancak, bütün bunlar, insanların artık sağlam inanmayacağına bir dil, bir tercüman olduğu ifade edilen, teknoloji ve ilmin suiistimalinden meydana geleceği sezilen, kendine has mânâsıyla “dabbetülarz”, her şeyden başka hatta kendi cüzlerinden de başka, nev’i şahsına mahsus, garabetinden zor sezilen bir harikadır ve onun çıkması da İslâmî değerlerin sonu demektir.

İslâm’ın sesi bir gün mutlaka bütün dünyada duyulacak ve ona karşı her vicdanda saygı hisleri hâsıl olacaktır. Şimdi eğer dabbetülarz çıkmışsa; bu bizim ümidimize indirilmiş büyük darbedir. Çünkü dabbetülarz diyor ki bundan sonra yakîn, bundan sonra iman yok; bundan sonra sukut, bundan sonra gerileme var. Oysaki biz, İslâm’ın, afâk-ı âlemde şehbâl açacağına ve dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına inanıyoruz. Bugün burada gördüğümüz insanlar gibi, dünyanın dört bir bucağında da Müslümanlar, soluk soluğa Hazreti Muhammed’i (sas) arayacak ve O’nunla bir kere daha buluşacaklardır. Dabbetülarzın canı Cehennem’e! Biz onu daha sonraları bekliyoruz ve inancımıza göre o, kâfirlerin başına kıyametin kopacağı âna yakın zuhur edecektir. Aksine bir düşünce ise hem akidemize ters, hem de ümidimize indirilmiş bir darbeden başka bir şey değildir.

Hem, dabbetülarz olmaya namzet, sıra bekleyen, muhakkak ve mutasavver daha bir sürü yaratık var. Meselâ, onlardan bir tanesi şimdi de kurgu bilim yazarlarını meşgul eden ve ileride insanlığın kaderine hâkim olacağından bahsedilen robotlar… Kur’ân işaret ediyor ki; yeryüzünde şu tür, şu tür canlıların dışında Allah’ın yaratacağı bazı şeyler var ki siz onları bilmiyorsunuz. Yani ne lâf dinlerler, ne merhametten anlarlar. Ne ağlamaları, sızlamaları dinler ne de ayaklarına kapanmakla merhametlerini celbedebilirsiniz…

Hatta böyle bir şey, şimdiden o kadar endişe salmaktadır ki, bu teknolojiyle meşgul olanlar bile, bir gün bunlar programlanıp, ayarlanıp fezaya salındıktan sonra etrafı yakıp yıkacaklarından, sulh istense dahi sulha yanaşmayacaklarından; yeryüzünde tam bir fesat unsuru olarak her şeyin altını üstüne getireceklerinden bahsediyorlar ki, dabbe hakikatinin bir cüz’üne ciddî bir namzet gibi görünmekte…

Ancak bu kadarı dahi, aceleden verilmiş bir karar olacağından, daha dikkatli konuşmak icap edecektir. Öyleyse tekniğin tankından, geleceğin robot adamlarına kadar, bugünün küçük virüslerinden, bilmem daha sonraların hangi azgın ve salgın hastalıklarına ve küçük yaratıklara kadar, ondan da, ahir zamanda eşi görülmedik büyük katliamlarla hortlayacak ve milyonların ölümünü netice verecek, henüz adı konmamış hastalık âmillerine kadar hepsi, önce ruhun, sonra bedenin ölümünün dili olan “dabbetülarz”ın birer temsilcisi olabilir. Bence, meseleye böyle bakmakla, bir ölçüde, Kur’ân’ın âyât-ı beyyinâtına ve Sünnet’e karşı saygı korunduğu gibi, diğer yandan da metinlerin lâhûtî buudları açık tutulmuş olacaktır.

Şunu kemal-i samimiyetle ifade edeyim ki, yukarıda bahsedilen yorumcu arkadaşların safvet ve samimiyetleri yanında, kendime bir dirhemlik beyan hakkını dahi lâyık görmediğim o muhlis kardeşlerim, çok ihlâslı olmalarına rağmen, ihlâsın sadece bir rükün teşkil ettiği çok yönlü bir meselede yanlış iş yapıyorlar. İhlâs ayrı mesele; Sünnet’e, Kitab’a saygılı olma ve onların ruhuna sadakat içinde bulunma ayrı bir meseledir.

* * *
Editör: EKREM ERDEM