Cin nedir? Nasıl çağrılır? Tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi?

Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun” diyoruz. “Cennet” de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet

EKREM ERDEM 10 Temmuz 2020 BLOG

Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun” diyoruz.

“Cennet” de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu a’lem- bütün bu işler için esbap plânında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.

Cinlerin varlığı, öteden beri münakaşası yapılagelmiş bir husustur. Tabiî, ruhla, melekle beraber. Aslında, enbiyâ-i izâm, onları görüp müşâhede ettikten, asfiyâ ile onların mülâkatları olduktan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka bir şey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki… Bilhassa, görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insafsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka bir şey olmasa gerek…

Hele cinin, dünyanın dört bir yanında, milyonların iştigal mevzuu hâline geldiği günümüzde… Ve hele hele, erbab-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!…

Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tespit etmeye çalışıyoruz. Meselâ makro âleme müteallik olanları teleskopla, mikro âleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır…

Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gayb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhanîler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir… Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, küre-i arzı etrafında döndürüyor. Dünya da ta’cilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu ta’cilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilelmerkeze karşılık, bir de anilmerkez var. Bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…

Şimdi ortada hiçbir şey yok o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte… derseniz. Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstein’a göre hayyiz olsun, netice değişmez…

Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu, itibarî, izafî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşv ü nema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz…

İşte bunlar Allah’ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabîl kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe (çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakikî birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: “Ruh, zîşuur bir kanun-u emrîdir.” “De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir.'”[1] hakikatini, bu kadar veciz takdim etme âdeta imkânsızdır. “Ruh, zîyahat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş câmi, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u haricî giydirse, her biri bir ruh olur. Eğer ruh, vücut libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.” Aslında bununla her şey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar, çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşâhede edilmiştir. Ağaçlarda da öyle…

Size, bir dergide, bu mevzu ile alâkalı kaleme alınmış yazılardan birinin hulâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki: “Benim kanaatim buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vesairede bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden bu hareketleri izah etmeye imkân yoktur.” Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfi, güneş şuaları da besleyici mahiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Üç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsait görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim.” der gibidir… Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için meyvelerini döküverir. Ziraatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yani, ağaç “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibarıyla kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım.” demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebatların içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.

Hem nasıl hücrenin içinde DNA molekülüne aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, DNA şifre gönderiyor, RNA da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.

Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhî ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında da, yine, Allah (celle celâluhu) vardır. Evet her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada inkâr edemeyeceğiniz Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir… Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “Galiba cinnet getirmişler.” diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Meselâ, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz… Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Cinni mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.”  diyor… Fotonlarla ve partiküllerle izah edilebilecek gibi bir şey… Amma, ne foton ne de partikül, mâric u nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatîf varlıklar… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükâbere ve mantıksızca bir iddiadır.

Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Meselâ, insanın “fahhar” gibi “salsal”dan yaratıldığını[4] anlattıktan sonra cin taifesinin üzerinde durur ve “Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.” [5] ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek, cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda bu kadar malumat veriyor. Nebiler dahil, sahabe-i kiram ve ehl-i keşif arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyorlardı. Evet, temessüllerle görüşüyor-konuşuyor ve münasebet kuruyorlardı. Evet, cinler, latîf bir madde ile zîşuur bir ruha sahip bulunup bu iki hususun bir araya gelmesiyle hâsıl olan ayrı bir buudu ihraz eder ve buudlarının hususiyetine göre temessül ederler. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin değişik temessüllere şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulak ardı edilmemelidir.

Latîf şeyler olan cinler, madde âlemine ait “nâr ve mâric”ten birtakım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrakliler, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak zekât vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı âlemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun… keza, berzah âleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir, göründükleri insanların mir’ât-ı ruhlarına aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Meselâ, İbn Mesud, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hazreti Ömer, zayıf nahif bir insan şeklinde, Ebû Zer ise daha başka surette… Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.

Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve unvanlarla bu işle iştigal eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapsişik cemiyetler, daha ziyade cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri “Ruh ve Madde” daha sonra “Ruh Dünyası” dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddia ediyorlar. “Cinler ve ruhlar bizim hâkimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değil mi?” Bunların her zaman münakaşası yapılabilir…

Cinleri çağırıp teshîr etme meselesine gelince, ahir zamanda cinlerin içine girme çok daha ileri seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yani, âlem-i şehadete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezler- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme, cinlerle alâkalı istihbarat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.

Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele hâline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle alâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa “O kitabı kabul etmememi istiyorlar.” diye bağırıyor. Keza hasta, kitabın içinde ne olduğunu bilmediği hâlde kitabı koynuna koyarken “Hazreti Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?” diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hazreti Hamza’nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabı’nın isimlerini ihtiva ediyordu…)

Keza, hayır müesseselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın kaldığı binada, zaman zaman eşyanın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşâhedeler olmuştu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pek çok hâdiseye şahit olmuştu… Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken bir zamanlar şahit olduğu bir vak’ayı bana şöyle anlatmıştı: “Bir yerde, fincan kullanarak ruh çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. “Kimsin?” dedik. “Şeytan!” diye yazdı ve ürperdik. Hazreti Âdem’den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi, dedim:

“Sana Meyve’nin Altıncı Meselesi’ni okusam dinler misin?”

“Dinlerim.” dedi ve okumaya başladım:

“Hem nasıl ki bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir.”

“Nasıl buldun?”

“Evet, güzel.”

Ben okumaya devam ettim:

“Aynen öyle de; bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri hâlde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i rahmâniyede bir lamba ve soba olan Güneş’imizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı Kâinatın Sultanı’nı, Münevviri’ni, Müdebbiri’ni, Sânii’ni, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.”

Buna karşı çok şiddetli şekilde:

“Hayır! Hayır!” yazdı.

Şimdi iyi dinle:

“Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.”

Tamam mı?

“Tamam.”

“Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”

Bir şey sormama lüzum kalmadan itirazı bastı:

“Hayır! Hayır!”

Ben okurken, misallere “Evet.”, misallerin gösterdikleri hakikatlere “Hayır.” çekip durdu. Ve sonra, kendisine:

“Cevşen’i okuyayım mı?” diye teklif ettim.

“Oku” dedi.

Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zaptedemiyordum. Bir aralık düştü. Bir ara da:

“Bırak şu gırgırı!” diye yazıverdi… Bu hususta büyük bir zat diyor ki:

“Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar.”

İnsan ve cin şeytanlarının -dikkat edildiği zaman- tabirleri, ifadeleri, idyumları hep aynıdır. “Bırak şu gırgırı.” Ne kadar da suretâ insan olanlarınkine benziyor!..

Bazıları “Ruh çağırıyoruz.” diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cine, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddî, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum.

Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka bir şey değil…

   Editör: EKREM ERDEM