Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları arasında derece mevzu bahis midir?

Biz, bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirmesiyle değil de sonradan elde edeceğimiz maharetlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren mânâsına “habbaz”, kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle “neccâr”.. vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahareti hangi yönde ise, alacağı isim o mânâyı ifade eden bir isim olurdu. Bazen bu isimler, mübalâğa kalıbıyla da ifade edilir.

EKREM ERDEM 05 Kasım 2021 BLOG

Biz, bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirmesiyle değil de sonradan elde edeceğimiz maharetlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren mânâsına “habbaz”, kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle “neccâr”.. vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahareti hangi yönde ise, alacağı isim o mânâyı ifade eden bir isim olurdu. Bazen bu isimler, mübalâğa kalıbıyla da ifade edilir. Meselâ normal setredene “sâtir”, fakat tastamam ve kusursuz setredene ise “settâr”, normal hamd edene “hâmid’; hamd vazifesini tam yerine getirene de “hammâd” denir.

Hâlbuki bizim isimlerimiz, sonradan kazanacağımız maharete göre değil de anne ve babalarımızın arzusuna göre verilir. Hatta bazen, hiç de bize uygun düşmeyen veya bizimle alâkası olmayan bir isimle de isimlendirilebiliriz.

Böyle bir benzetme ilk bakışta kaba ve sevimsiz görülebilir. Ne var ki, mücerret hakikatlerin anlatılmasında öteden beri hep aynı yolda hareket edilmiş ve ifade tenezzülâtına gidilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’a ait isimler, kâinatta icraatı müşâhede edilip ve yine o güzel isimler sahibi tarafından, O’nun has kulları vasıtasıyla bize talim edilmiş isimlerdir. Meselâ, kâinatta apaçık gördüğümüz bir güzellik vardır. Gökkuşağı gibi bu güzellikler birbiri içinde bütün varlığı sarmış durumdadır. Ovada, obada, çiçekte baharda, gözde ve kaşta bir güzellikler cümbüşü hâkimdir. Bu güzelliklerin sadece dış yüzüne bakıp hayranlığını ifade için, binlerce senedir, binlerce edip ve şair hep bu güzellikleri destanlaştırmaya çalışmış, yine de söylenmesi mümküne kıyasla, çok az şey söyleyebilmişlerdir. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz bütün bu güzellikler elbette Cenâb-ı Hakk’ın bu mânâyı ifade eden bir ismine dayanmaktadır ki o da “Cemîl” ismidir.

Yine, kâinatta ince bir nizam ve intizam dahilinde, rızık tevziatı yapılmaktadır. Hücreden gergedana kadar her canlı kendine münasip bir rızkla beslenmektedir. İbadet ve tesbihler meleğe rızık olurken, et insana, kemiği de cinlere rızık olmaktadır. İşte gözle gördüğümüz rızka ait bu faaliyet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir “Rezzâk” ismi olduğunu ispat etmektedir.

Eğer biz, Cenâb-ı Hakk’ın “Cemîl” ve “Rezzâk” isimlerini bilmemiş olsaydık icraatını gördükten sonra, O’na hitaben “Sen Cemîl’sin”, “Sen Rezzâk’sın” diyecektik. Bunun gibi, diğer isimlerini de icraatından anlayıp yine, O’na o isimlerle seslenecektik. İşte Cenâb-ı Hak, icraatını gösterdikten sonra, bizi yanıltmamak için kendisini bu isimlerle tesmiye etmiştir. Ancak Esmâ-i İlâhî tevkîfîdir. Biz, Zât-ı Ulûhiyet hakkında kendi kafamızdan isim uyduramayız.

Bu isimler, Zât-ı Ulûhiyet’te, bunlara medar olabilecek bir kısım sıfatlara dayanmaktadır. Yine yukarıdaki misalden hareketle söyleyecek olursak, kendisine “habbâz” ismi verilen bir insanda eğer ekmek yapma sıfatı yoksa veya “neccâr” bir marangozluk sıfatına sahip değilse bu isimlerin ona verilmesi mümkün değildir. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın, her şeyin yüzüne perçinlediği güzelliklerle kendisinde varlığını kabul ettiğimiz ve belli bir seviyedeki insanların da müşâhede ettiği “Cemîl” ismi, bütün güzelliklerin kaynağı olan “Cemal” sıfatına dayanmaktadır. Bunun gibi bütün isimler kendilerine kaynak olacak bir sıfata, bütün sıfatlar da “şe’n”e -ki, bunu beşer için kullanacak olursak, kabiliyet ve istidat diyebiliriz, ancak Cenâb-ı Hak için böyle bir tabir kullanmamız doğru değildir- dayanmaktadır. Demek oluyor ki fiiller isimlere, isimler sıfatlara, sıfatlar Şuûnât-ı İlâhiye’ye ve Şuûnat-ı İlâhiye ise Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına dayanmaktadır. İşin burasında duruyor ve Allah Resûlü gibi; “Seni hakkıyla bilemedik Ey Mâruf”[1] diyoruz. Ve yine Hz. Ebû Bekir gibi “Seni anlamaktan âciz olmak Seni anlamak demektir.”[2] diyor ve edeple iki büklüm oluyoruz.

O vardır. Varlığını iliklerimize kadar hissediyoruz. Fakat O’nu idrak etmekten de âciz bulunuyoruz. O’ndan daha ayân bir nesne yoktur, ama O yine de bir Mevcud-u Meçhul’dür.

Şimdilik, O’nun isim ve sıfatları arasındaki farka, böyle avamca bir bakışla iktifa ediyor ve tafsilatını bir başka zamana bırakıyoruz.

Şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin kaynağı olan sıfatlarının dayandığı, insanın idrak ufkunu aşan, ihata edilemeyen, Zât’ına lâyık şefkat, muhabbet, ferah, sürur, gazap gibi mukaddes, münezzeh mânâlar.

ÖNE ÇIKANLAR