Cenâb-ı Hakk’ın ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim’ sorusuna aklî delili var mıdır?

Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?  Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur? Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve

EKREM ERDEM 03 Temmuz 2020 BLOG

Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?  Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur?

Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde:

“Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)” (Araf, 7/172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin hakkında pek çok şey söylemişlerdir.

Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir. Bazı tefsirciler de, “bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler. Bir hadis-i şerifin de teyitine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür”  kanaatini izhar ederler.

Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız.

Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle” Biz de: “Şunu şunu dedik” diye anlatır ve bu hususdaki kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır.

Bazan olur ki, rüyalarımızda birşeyler konuşuruz. Başkalarından da birşeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.

Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâli şahıslarla konuşurlar. Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “hallüsinasyon” derler, varsın desinler… Resûl-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Alem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O’nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına neklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir.

Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber’e (sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) dışında kimse hiç birşey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken, veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-ü Ekrem (sav), o vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı. Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır…

Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine birşeyler fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi birşey… Morsda nasıl “di.. di.. da..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ: Veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.

Bir de telepati var.. Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi. Bu da bir başka beyan…

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.

Şimdi gelelim meselemize. Allah (cc) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise o zamanda ruha hitap nevinden değildir…

Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker, Nekir gelir, size soru sorar.” Acaba adamın neyine soru soracaklar?

İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile, onun yanında bulunan kimseler kat’iyen bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler. Çünkü, artık mükaleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.

Binaenaleyh, Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz.

Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkarlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum.

Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim:

 

“Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28) buyuruyor.

Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır… Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdaribtir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Ma’bud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır. İşte bu hâl, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah-u Teala’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına verilen: “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik, görmüş ve göstermişlerdir.

Ama, aklî isbatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusatı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.

* * *

 Editör: EKREM ERDEM