Cehd ve Gayret

Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Resûlü’nün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatleri insanlara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bulut gibi hep bu dert ile mahmul bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebi için, “sarhoş” tabirini kullanmam mümkün değil. Fakat bir başkasını anlatmak isteseydim ona “Bu derdin sarhoşu.” derdim. Bu büyük davadan başka, O’nun

EKREM ERDEM 24 Aralık 2021 BLOG

Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Resûlü’nün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatleri insanlara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bulut gibi hep bu dert ile mahmul bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebi için, “sarhoş” tabirini kullanmam mümkün değil.

Fakat bir başkasını anlatmak isteseydim ona “Bu derdin sarhoşu.” derdim. Bu büyük davadan başka, O’nun düşünce ufkuna misafir olan hiçbir mesele yoktu. Onun içindir ki kendisine yapılan eza ve cefalardan sanki haberi bile olmuyordu. Çok kere yanındaki sadık dostlarına ne olduğunu soruyor ve hâdiseye onların hıçkırıklarını duyunca fakat yalnız ve yalnız dostlarını teselli için kısa bir müddet atf-ı nazar edip geçiyordu.

Bu tamamen müstakil bir mevzu mahiyetinde anlatılması gereken hususlardan biridir ki, daha önce silsile hâlinde, münhasıran sahabenin, mevzu ile alâkalı yönünü arz etmeye çalışmıştım. Esasen her sohbet, konuşma ve yazıda onlardan bir iki misal vermeyi o mevzuun ruhu ve hayatı kabul edenlerdenim. Benim için sahabe bir ölçüdür ve ben bütün hükümlerimi onlara benzeme nispetine göre veririm… Bütün hayatım boyunca onları, aydınlık yolda birer trafik memuru kabul ettim. Onların iş’âr ve işaretleriyle yürünen bir yolda, en büyük Aydın İnsan’ın kapısına varılacağına inandım. Ve imkân dahilinde bu düşüncemi hayatımın gayesi hâline getirdim. Şayet mü’minleri de bir tasnife tâbi tutmak gerekiyorsa, onlara yakınlık veya uzaklıklarını birer miyâr kabul ederek, böyle bir tasnife girişilmesini her zaman yakın arkadaş ve dostlarıma ifade ettim. Tekrar tekrar anlatılmış bu mevzuu, şu satırların okuyucuları belki ruhlarında kim bilir kaç kere hallaç etmişlerdir ve onları çok ileri seviyelerde bilme ufkuna ulaşmışlardır. Bunu kabulle beraber, sorulduğu için teberrüken bir şeyler demeye çalışacağım.

Başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra da O’nun ashabı, dinî düşünce ruhlarında mayalandığı andan itibaren, başkalarına dinî mevzuları anlatmayı, dini, hayata hayat yapmayı ve bu yolla insanları hakikî kurtuluşa ulaştırmayı hayatlarının gaye ve ideali hâline getirdiler. Zaten dine hizmet yoksa, hayatta kalmanın da bir mânâsı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, yeryüzünde Allah’ın halifeleri olan biz mü’minler, bütün hâdiseleri dinî duygu ve düşünce perspektifinden değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Şayet bir su aşağıya doğru akıyor ve dinimiz de bize onun yukarıya doğru akmasını emrediyorsa, dinin dediği oluncaya kadar çalışmakla mükellefiz. İşte bu mükellefiyetimizi idrak edebiliyorsak varlığımızın bir hikmeti ve yaşamamızın bir mânâsı vardır. Durum aksiyse, yaşamamız abes ve mevcudiyetimiz de lüzumsuzdur.

Bu şuur ve düşünce Allah Resûlü’nde en üst seviyedeydi. Kur’ân-ı Kerim birkaç yerde hem O’nu ikaz hem de O’nun yüce ve muallâ kametini bizlerin nazarına vermek için “Felealleke” ile başlayan âyetlerini serdediyordu: “Neredeyse kendini bitirip tüketeceksin. Neredeyse kendini öldüreceksin..” Sabah kalkıyor, inanmayan çehreler görüyor, akşam yatarken onların hayalleri nazarında beliriyor.. duyup hissettiklerin karşısında, insanlarla alâkana göre ızdırap ve kalak içinde iki büklüm oluyorsun. Sana ait ulvî hayatı unutuyor ve neredeyse intihar edecek duruma geliyorsun. Evet, şu sözler sözü ve ilâhî mesaja gönül verip onun aydınlatıcı ikliminde şekillenmiyorlar diye, durmadan inliyor ve inanıp onunla bütünleşemediklerinden dolayı da öyle üzülüyor ve kıvranıyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip biteceksin.

Bu âyetlerde hem “İşi kadere bırak, Allah’a teslim ol, kendine o kadar eziyet etme.” mânâsı vardır, hem de çok ciddî ve ulvî bir iltifat. Burada sanki şöyle denmektedir: Ey Nebi! Senin yüce bir ruhun var. Bu ruh ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki tasını eline alan herkes o kaynağa koşacak ve doyup dolacaktır. İşte, ileride olacak o büyük iş adına hayatına kıyıp, düşünce dünyanı bu kadar sarsma. Sen lâzımsın. Öyle ise vazifeni yap. Sen, Rubûbiyetin gereğine karışma!

Daha kim bilir bizim hissedemediğimiz ve ancak O’nun hissedebileceği iltifatlarla dopdolu ne mânâlar ifade ediyor bu âyetler…

Meleklerin bakmaya kıyamadığı o yüze, uygun olmayan şeyler atılıyor, Arş’ta gezen başına işkembe konuyor, bastığı yerlerdeki tozu toprağı gözümüze sürme diye çekmeyi canıma minnet bildiğim o mübarek ayaklarının altına dikenler serpiliyor veya taşlanarak, o mübarek ayaklar kan revan içinde kalıyor (Kim bilir O’nun ayağına değen her taş karşısında gökteki melekler nasıl feryat edip semayı ihtizaza getiriyorlardı!); bütün bunlar oluyordu da fakat O sanki bütün bu olup bitenlerden habersiz yaşıyordu. Neden sonra, Ömer’de bir hıçkırık duyunca “Niçin ağlıyorsun yâ Ömer” Ebû Hüreyre’nin iki büklüm ağlayışını görünce “Ey Ebû Hüreyre seni ağlatan nedir?” veya canından bir parça kızı Fatıma’nın billur gibi gözyaşlarının yüzünde inci daneleri gibi süzülmeye başladığını görünce “Kızım seni ağlatan nedir?” diye soruyor ve her defasında kendisiyle alâkalı bir derdin onları ağlattığını anlayınca teselli ediyor: “Ağlamayın, Allah bu dini aziz kılacaktır”, “Ağlama! Allah senin babanı zayi etmeyecektir.” tesellisiyle iktifa ediyordu.

Evet, Allah O’nu zâyi etmedi. O her inanan gönülde bir gül, bir Cennet çiçeği gibi bugüne kadar yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır. O’nun sadık dostları da aynı şekilde davranıyorlardı. Yeryüzünde herkesin, her kesimin ittifakla kabul edip kendilerine rehber edinecekleri tek cemaat, sahabiler cemaatidir. Biz onların sadık kapı kullarıyız. Ümidimiz de Cenâb-ı Hakk’ın bizi bu ikrar ile haşretmesi merkezindedir.

Ben kendimi mü’minlerin en mücrimi kabul ediyorum. Buna rağmen onlardan biri tenezzül buyurup misal âleminden ufkuma dikilse ben de rüyamda görüversem, o gün kabıma sığamıyor ve sevincimden uçacak hâle geliyorum.

Bunu büyük bir lütuf kabul ettiğimden kesiliverir korkusuyla hiç kimseye anlatmak da istemiyorum. Ama bazen endişeme galebe ediyor ve yakın arkadaşlarımdan birine, elimde olmayarak anlatıyorum. Ve “Yine bugün o dostlar dairesinin yıldızlarından biri, nâehil birinin ufkunda tecellî etti.” diyorum. İşte onlar bizim için budur…

Sahabe, hakkıyla nübüvvet nurunu gönül aynalarıyla aksettirdiler. O Mir’ât-ı Mücellâ’ya tam bir mâkes oldular ve O’nu tam mânâsıyla temsil ettiler. İmamlar İmamı’na tavizsiz ittiba ile imamlarının sinesinde kaynayan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve insanlığı -Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.

Bu o devirde insanlığı kurtarmaya matuf bir hareketti, en ulvî keyfiyetiyle de temsil edildi. Onlarda gördüklerimiz, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış fedakârların bugün de çıkabileceği hakkında bizlere kanaat veriyor. Zira biliyoruz ki tarih, bu oluş ve tekevvünlerin tekrarından ibarettir. O devrin tekerrür etmemesi için de hiçbir sebep yoktur ve inşâallah tekerrür de edecektir…

Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce bütün misalleri sahabeden vermek mecburiyetinde kaldığımız bir vâkıadır. Ancak bugün devrimizden ve günümüzden de misaller verebilmek imkânına sahibiz. Zaten bilerek-bilmeyerek hepimiz bu günleri bekliyorduk. Misalin birini Asr-ı Saadet’ten verirken, ikinci bir misali günümüzden verip bu iki halkayı birleştirmek arzumuz artık tahakkuk etmiş bulunuyor.

Bir misalle meseleyi müşahhaslaştırmış olayım: İçtimaî yönleri ve mevkileri itibarıyla çoklarını gıptaya sevk edecek durumda bir grup genç arkadaş, daha henüz hayattan kâm almamışlar ve dünya namına bütün nimetler ayaklarının altına serilmiş iken, bir liste yapıp bana getirmişler. Listede isimler var, altına şöyle bir not düşülmüş: “Allah aşkına bize dua edin de hayatımızın her anını dinimize ve milletimize hizmet ederek değerlendirelim ve ecel gelip çattığında da şehitlik sevabıyla ötelere gidelim.”

İşte bu, yeniden sahabenin var olması demektir. Uzun müddet onlar için dua ettim. Ömürlerini din uğruna harcamaları ve son nefeslerini de ölümlerin en kârlısı şehadetle bitirmeleri için. Bu isimlerin en sonuna da liyakatime bakmadan kendi adımı yazdım. Onların isimlerini şefaatçi yaparak bu pâyeden istifadeyi, Rabbimin engin lütfundan niyaz ettim. Şu gençlerin ve onlar gibi binlerce gencin hâli bizi gıptaya sevk edecek ve yüreklerimizi hoplatacak kadar zengin ve çok şey vaad etmektedir.

Onları gördükçe ümidimize fer geliyor ve artık bu iş tutacak diyoruz. Çünkü artık o ulvî mânâyı, ruhlarının derinliğinde, hem de o mânânın kamet ve kıymetine göre temsil edecek gençler var ve bu, Rabbimizin bize sonsuz ihsanıdır. Evet artık, yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır. Bugün imansızlığın ve imansızların ızdırabını ruhunda yaşayan binlerce genç vardır. Böylece ilk kutbu teşkil eden o muhteşem sahabeye mukabil, büyük davanın altına girmeye azmetmiş, onlara denk işler yapma gayreti içinde, yepyeni bir nesil, terütaze ümitten mesajlarla ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kokusuyla, buhurdanlık gibi içleri yana yana kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda etmeye çalışmaktadırlar. Rabbim bizi, kusurlarımıza bakıp inkisara uğratmasın… Âmin!

Meseleyi hulâsa edecek olursak, onlar hasbîlik, diğergâmlık, kendini ve kendine ait işleri unutma, vazifesi adına maddî-mânevî bütün hazlardan vazgeçme gibi ulvî hasletlerle yükselip semalara çıktılar. Eğer gözümüz ufukta aynı şeylere namzet isek, aynı düşünce ve aynı ruh hâletini paylaşmamız icap edecektir.

* * *
Editör: EKREM ERDEM