Bu muhteşem dünyâ öyle bir sarsıldı ki, altı üstüne geldi

Tekmîl ovalarımız-obalarımız, Hızır’la arkadaşlığa ermiş gibi hep canlı ve hep pırıl pırıldı.. oralarda bin râyiha ile eserdi esince rüzgâr.. ve sabâ her yerde misk ü anber sürünür gezerdi. Dost-düşman binbir iştiyakla yamaçlarımızda tenezzühe koşar.. ve Çin’den-maçinden kopup-gelen kervanların biri konar, biri kalkardı. Gökteki ihtişamla yerdeki güzelliklerin ufuk teşkîl ettiği bu dünyâda, ışık ve renk arası

EKREM ERDEM 27 Ağustos 2021 BLOG

Tekmîl ovalarımız-obalarımız, Hızır’la arkadaşlığa ermiş gibi hep canlı ve hep pırıl pırıldı.. oralarda bin râyiha ile eserdi esince rüzgâr.. ve sabâ her yerde misk ü anber sürünür gezerdi. Dost-düşman binbir iştiyakla yamaçlarımızda tenezzühe koşar.. ve Çin’den-maçinden kopup-gelen kervanların biri konar, biri kalkardı.

Gökteki ihtişamla yerdeki güzelliklerin ufuk teşkîl ettiği bu dünyâda, ışık ve renk arası gelip-giden ruhlar, neşeyle daldan dala uçuşan kuşlar gibi hep şen ve şakrak, gönüller de Firdevslere koşmanın heyecanıyla soluk – soluğa ve sımsıcaktı. Zaman zaman, Cennetlere açık bu sihirli dünyânın kapısında, tasavvurlarımız gidip gökler ötesi âlemlere dayanınca, sonsuzun güzellikleri gönüllerimizde nâra atmaya başlardı.

Bu yemyeşil iklimin bağı-bahçesi, gülü-çemeni hayatımız gibi nabızlarımızda atar ve dörtbir bucaktan ruhlarımıza akıp-gelen manâlar, kulaklarımıza bir sihirli zemzeme fısıldar ve bizi sürprizlere açık yamaçlarda tenezzühe çağırırdı.
Gün gelip de dünyâmızı çepeçevre saran bu ışık, ülke sınırlarını aşıp nursuz ve ufuksuzları kuşatınca, hiç güneş bilmeyen bu karanlık dünyâ, bir baştan bir başa fecir rengine büründü ve gecekuşları gibi harabelerde tüneyen bahtsızların yüzleri gülmeye başladı.. derken gönüllere ezâ saksağan sesleri bir bir kısıldı.. harâbeleri okşayıp geçen ışık hüzmelerinden yarasaların gözleri kamaştı.. bütün canavarlar inlerine girip mürâkabeye daldı ve bütün yılanların zehirleri kursaklarına aktı. En karanlık düşüncelerin hüküm sürdüğü bu yerlerde, renk ve ışıktan Cennetlere yollar açıldı. Yer yer Firdevsî esintilerin çiçekleri okşayıp geçtiği, zaman zaman da dikenlerin güllere selâm durduğu yollar…
Gönüllerimizde îmân ve azim, dillerimizde aşk u şevk türküsü, dem o dem şahlanmış yürürken, birden bire bu muhteşem dünyâ öyle bir sarsıldı ki, altı üstüne gelmedik hiçbir şey kalmadı. Güneş sislere boğulup kayboldu.. renkler hüzünle inlemeye başladı.. yıldızların çehresini buz bağladı.. ay bu dehşetten sapsarı kesildi.

Artık, esen rüzgârlar gül kokusu taşımıyor.. kuşlar, kuşçuklar neşeyle ötmüyor.. bülbüller hüzün mırıldanıyor.. akrepler kuyruklarını dikmiş nefretle dolaşıyor ve çalım satıyor.. yılanlar da ıslık ıslık yüreklere korku salıyordu. Evet, yeniden çemenler ağlamaya durmuş, yeniden goncalar zünnâr bağlamış ve yeniden böcekler ağıtla inliyordu.. yeniden sesler hıçkırığa dönmüş, yeniden sevinçler sînelerde boğulmuş ve her yanda çığlık çığlık yeisin, kederin nağmeleri duyuluyordu.. yeniden gök-yer birbirinden kopmuş ve arz başını almış karanlıklar içinde yüzüyor ve yeniden semâ belirsizleşip kaoslaşıyordu.. mesafeler merhametsiz ve gidip Kafdağına ulaşmış, emeller sarsık, irâdeler de felç olmuştu. Duygu ve düşünce tanımayan kaba ruhların üzerimize saldıkları zehirli oklar sînelerimizi delik-deşik etmiş ve gözlerimizi de kançanağına çevirmişti. Zayıf ruhlar sürekli sendeliyor, çelimsiz irâdeler sağda-solda geziyor ve oturmamış gönüller de tir-tir titriyordu.. akıl hayret ve şaşkınlık vâdilerinde tepetaklak, muhâkeme de cinnet derelerinde hayâle inci diziyordu. Dünyâ ve ukbâ saltanatının kapılarını açan sırlı anahtarları kaldırıp bir tarafa attığımız bu kapkara günlerde, altından hazinelerimize sırtımızı dönüyor ve gidip bakırcılar çarşısında cevher arıyorduk.

Bu sis ve duman içinde, kurnaz tilkiler arslan postuna bürünüp çalım satıyor, arslanlarsa gadr-ı hicranın demir pençesinde inim-inim inliyor ve çâresizlik hırıltılarıyla acz besteliyorlardı.. saksağanlar uğursuz sesleriyle – dayansın kulaklar – habire nutuklar çekiyor; bülbüller, çorap gibi yuvaları içinde yutkunup duruyorlardı. Her yanda sessiz sessiz ahlar yükseliyor ve her yanda çâresizlik tesellisi içinde az-buçuk canlılar dahi felç olup gidiyordu. Sabır fitneye yenik düşmüş, tevekkül ve Hakk’a itimat sebepler karşısında nakavt olmuş.. vicdan en tâlisiz günlerini yaşıyordu.

Evet artık, ne Cibrîl’in dolaştığı yerlerde hayat emâresi ne de Hızır’ın bıraktığı yemyeşil izlerden eser kalmamıştı. Düşünce ümîde inat gidip gidip karanlık iklimlerde dolaşıyor, ümit düşünceden habersiz ve ölüm solukluyordu.
Tam bu zifiri karanlık içinde, biz bitkin, irâdelerimiz de bitap yürürken, asırlar ötesinden Yüce Rehber’in sesi tın-tın bir kere daha duyuldu. Nağmeleri kor gibi yakıcı, haykırışları yaman, solukları da gürül gürüldü. O, yoldakilere “Gel gel” diyor, âvâz âvâz bir şafağı müjdeliyor ve geçmişin şanlı yamaçlarına doğru yollar vuruyordu. Sesten, sözden anlayan herkes O’na doğru koşuyor.. mesafeler O’na ve arkasındakilere selâm duruyor ve her yana âdetâ emniyet yağıyordu. Yeniden gökler ve yer izdivaca hazırlanıyor gibi elele ve yüzyüze gelmişti.. yeniden rûhânîlerle insanlar aynı safta birleşiyordu. Her sıkıntılı dönemde, varlığını başımızın üstünde bir güneş gibi hissettiğimiz Yüce Rehber-Allah gölgesini başımızdan eksik etmesin!- bizi bir kere daha vesâyâsı altına alıyor ve “ümmetî..!” deyip inliyordu.. vicdanlarımız da bu arş u ferşi çınlatan sese: “Sen’sizlik işimizi bitirdi.. mumumuz sönmek üzere; çerağın nerde?.” çığlıklarıyla mukabele ediyordu.

Artık, O bir güneş gibi hep başımızın üstünde dönüp duruyor; bizler de birer sızıntı gibi bağrımızı o ışık kaynağına açıyor, O’nunla bütünleşmek ve O’nda fânî olmak istiyorduk. O, gürül gürül bir çağlayan gibi gönüllerimize akıyor; bizler de kendimizi o ummana salıyor ve damlaya derya neşvesini duyuruyorduk. O, geçeceğimiz yollara ışık saçan güneşlere denk bir ışık kaynağı, bizler de o İlâhî meş’ale etrafında uçuşan birer pervâne.. O, dünyâ ve ukbâ mutluluğunu atının terkisine bağlamış bir Kutlu Yolcu, bizler de O’nun âzat-kabul etmez köleleri.. O hayatını karanlıklarla mücâdeleye adamış bir ışık insan, bizler de bu kavganın “hay-hûy”una dem tutan alkışçılar olmuştuk.. O’nunla dolup taşıyor, O’nu solukluyor, O’nu yudumluyor.. O’nun arkasından coşuyor, O’na intisâbın gururuyla şahlanıyor ve O’nun zaferleriyle şahlanıp kendimizden geçiyorduk. Evet, O’nun sayesinde bir kere daha kefeni gömlek yapıyor, bir kere daha ölüm çukurundan kurtuluyor ve bir kere daha tipiden-borandan yakayı sıyırıp bahara eriyorduk…

Aslında bu, ilk değildi; son da olmayacaktı. Dünyâ kuruldu kurulalı, kışları baharlar, geceleri de gündüzler takip edip durmuştu. Biz ve zamanımız da bu “devr-i dâim”in dışında kalamazdık.. kalmadık da. Hatta eğer bizler, vefâsızlık edip sebepler plânında bir kenara çekilseydik, bir kısım vefâlı gönüller hatırına yine her yana nurlar yağacak ve ilkinde olduğu gibi yine ışık gelip karanlığı boğacaktı.

Şu anda yeryüzü, tekmîl yağmur duâsına hazırlanmış gibi, urbalar alt-üst olmuş, eller aşağıya doğru çevrilmiş.. gözler ümitle açılıp kapanıyor ve yanık sîneler, güftesiz bestelerle hafakanlar mırıldanıyor… üst-üste yığılıp yeryüzünü şefkatle seyreden rûhânîlerin gözleri damla damla.. bilfarz, bulutların suyu tükense bile, sebepler ötesi âlemlerden gelecek rahmet esintileri, yeryüzünü Cennetlere çevirecek ve her şey gibi bizim de hasret ateşlerimizi söndürecektir.
Hele bir fasıl daha geçsin; varsa vicdan u izanın, sen de göreceksin sabahın nurdan hançerini zulmetlerin bağrına sapladığı günü ve dörtbir yanın diriliş türküleriyle inlediğini.

Şimdi gel sen de dikenler içinde olsan bile, gül türküleri söyle! Çevrene yumuşatıcı nefeslerle bir şeyler fısılda! Toparlan, gönlüne açıl ve gelip rûhunun üzerine çöreklenen rahatlık cadısını kov! Âh u enîne hasret seccadene koş ve iniltilerini gözyaşlarınla nefeslendir! Nefeslendir ki, bu âh u efgân ve bu mübârek damlalar, değil muvakkat karanlık ve dünyevî ateşleri, Cehennemin kıvılcımlarını dahi söndürüp, ateşin bağrında “berd u selâm”lara inkılâb edecektir. Çevrendeki sisten-dumandan endişe edip geri durma! Atmosferine çarpan şahaplarla sarsılma! Feleğin dölyatağında gerinen mutlu yarınları gör ve rüyâların

Hirâ’sında, hülyâların Tûr’unda Sonsuz’dan gelen nefesleri duymaya çalış! Çalış ki, gönülleri pervâneliğe alıştıran dünkü renk ve ışık, eskisine denk bir tülleniş sath-ı mâiline girdi bile. Çalış ve çerağını, o ışıktan tutuştur; bir karanlık bucağı da sen aydınlat! Karanlığa sövmek değil, ışık yolunda bir mum yakmak ma’rifet..! Yarasaları yarasalarla başbaşa bırak! Akrebin kuyruğunu kırıp kendi ağzına sok ve her gün biraz daha ışığa doğru kayan şu tâli’li dünyâda bizlere rûhun bestelerinden bir şeyler mırıldan!
* * *
Editör: EKREM ERDEM