Bid’atları işleyenin durumu

Ama o meselenin aslı ve temeli dinde vardır. Allah Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey İman edenler Allah’ı çok zikredin.” buyurur. Bunun bir sınırı yoktur. İnsan, imkân el verdikçe, dili, kalbi ve davranışlarıyla Allah’ı hatırlar ve hatırlatır. Mü’min, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimsedir. O vakurdur, ciddidir, davranışlarından katre katre kulluk dökülmektedir. İnsan, davranışları ve diliyle Allah’ı

EKREM ERDEM 20 Aralık 2019 BLOG

Ama o meselenin aslı ve temeli dinde vardır. Allah Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey İman edenler Allah’ı çok zikredin.” buyurur. Bunun bir sınırı yoktur.

İnsan, imkân el verdikçe, dili, kalbi ve davranışlarıyla Allah’ı hatırlar ve hatırlatır. Mü’min, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimsedir. O vakurdur, ciddidir, davranışlarından katre katre kulluk dökülmektedir. İnsan, davranışları ve diliyle Allah’ı andığı gibi kalbiyle de Allah’ı anmalıdır. Âyet bunların hepsini ifade eder. Evet, Kur’ân’da Allah’ın çok zikredilmesi belli bir sınır konulmadan anlatılır. Şayet bir mürşid, müridinin vaziyetini biliyorsa ona göre bu zikre bir sınır koyar. Karşısına aldığı adamı tepeden tırnağa süzer, kalbine bakar ve Allah’la ne kadar münasebeti varsa ona göre bir vazife tahmil eder.

Mesela, “Allah, çok zikredilmesini emrediyor; bu senin için beş yüzdür” der ve ondan günde 500 kez zikir çekmesini ister. Bu, mürşidin ferasetiyle ortaya koyacağı bir şeydir. Hâlbuki Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) oturup da bir defada beş yüz kere “Allahu Ekber” dediğini bilmiyoruz. Ama bir zatın, irşad sadedinde müridine 500 veya 5000 tesbih vermesi, o mürşidin ferasetine bırakılmış bir husustur. O, talebesinin kabiliyetlerini bilir ve ona göre bir vazife verir. O mürid de o zikri yapmak suretiyle mürşidiyle münasebetini devam ettirir. Mürşidi, onun daha fazlasını yapabileceğini anladığı zaman vazifesini artırır. Bu durum, talebenin kalbindeki kasvet delininceye, Nur-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) onun içine nüfûz edinceye ve tabiat paslarının silineceği ana kadar devam eder.

Bu süreçte müridin Allah’la münasebeti kuvvet kazanır, ulvi âlemlerle belli bir ufukta münasebete geçer. İşte bu şekilde verilen tesbihler sözlük mânâsı itibarıyla bid’attır ama aslı dinde olduğundan dolayı buna bid’at-i hasene (güzel, müspet bid’at) denmiştir. Bunu bir mürşid, irşad etmek istediği zatın durumuna göre belirler. Mesela biri Zeynelabidin’den menkul Cevşen’i, başka biri Evrad-ı Kudsiyeyi veya Evrad-ı Şâzilî’yi tavsiye eder ki, bunların parça parça Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı virdlerinden alındığı söylenmektedir. Bazıları, Muhammed Bahâuddin Nakşibend gibi büyük zatlar tarafından bir araya getirilmiştir. Mürşid, talebesinin durumunu biliyorsa bunları ona tavsiye eder, o da bunları yaparak ruhen terakki eder. Yani cismaniyetten çıkar, hayvaniyeti bırakır, kalb ve ruhun derece-i hayatına girer, adeta meleklere has bir hayat yaşamaya başlar.

İşte bunlar fasıl itibariyle bid’at olsalar da asıl itibariyle Kitap ve Sünnet’e dayalı oldukları için biz bunlara bid’at-ı hasene diyor ve sevap kazandıracağını söylüyoruz. Ama aslı da faslı da dinde olmayan yani temeli Kur’an’a, Sünnet’e dayanmayan ve teferruatı itibariyle arkalarında bir Şah-ı Nakşibend veya bir İmam Rabbani gibi büyük zatlar olmayan dînî görünümdeki yeniliklere merdut bid’at nazarıyla bakar, bunları camilerimizden ve mahfillerimizden uzaklaştırırız. Binaenaleyh bu şekilde bir asla ve böyle bir fasla dayanmayan bid’ati irtikap eden kimse günaha girmiş olur. Yaptığı şey yüzüne çarpılır ve boşuna yorulmuş olur. Ayrıca bir anlamda Sünneti beğenmeme tavrı takındığından ötürü sünnetin tekeffül ettiği nurdan ve feyizden de mahrum kalır. Böyle birinin her zaman için aldanması ve baş aşağı gitmesi muhtemeldir. Allah bizleri muhafaza buyursun!

                                                             * * *

Editör: EKREM ERDEM