Bid’atlar nasıl ortaya çıktı?

İmam Rabbani gibi zatlar ve büyük mücedditler de meseleye böyle bakmışlardır. İkinci şıktaki bid’atlara gelince bunlar ya bazı cahil kimseler tarafından, din adına bir şey yapıyoruz diye ihdas edilmişlerdir veya kasıtlı olarak ortaya atılmışlardır ki, bunları birbirinden ayırmak çok zordur. Hususiyle asrımızda, bir kısım kimseler din adına birçok bid’at ihdas etmişlerdir. Mesela bugün, hayattaki insanlara

EKREM ERDEM 13 Aralık 2019 BLOG

İmam Rabbani gibi zatlar ve büyük mücedditler de meseleye böyle bakmışlardır. İkinci şıktaki bid’atlara gelince bunlar ya bazı cahil kimseler tarafından, din adına bir şey yapıyoruz diye ihdas edilmişlerdir veya kasıtlı olarak ortaya atılmışlardır ki, bunları birbirinden ayırmak çok zordur.

Hususiyle asrımızda, bir kısım kimseler din adına birçok bid’at ihdas etmişlerdir.
Mesela bugün, hayattaki insanlara dahi yapılmayan, adeta saray gibi türbelerin ihdas ve icat edildiğini görmekteyiz. Üzerine çeşitli yazı ve şekiller kazınmış bir mermer parçasının -eğer perişan gitmişse- mezarın içinde yatana hiç bir faydası yoktur. Belki mezardaki insan kendi derbederliğini görürken bir de üzerinde kendisi için yapılan o âbideyi gördükçe iyice perişan ve müteessir
olacaktır.

Hususiyle bu noktaya Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrı bir zâviyeden dikkatleri çekmiş ve irşat buyurmuşlardır. Hz. Muhammed’ten rivayet edilen “Ölünün arkasından ağlamayın, o bundan dolayı acı çeker.
şeklinde bir hadis vardır. Hazreti Ömer bu hadisi zahirî manasına göre değerlendirmektedir. Mesele, Hz. Aişe validemize sorulunca o, “Kardeşim Ömer bunu çok iyi bilirdi fakat işin aslı öyle değildir” der ve hadisin hangi manaya geldiğini açıklar. Efendimiz bunu, imansız olarak ölen birinin cenazesinin arkasından söylemişti. Adam imansız gitmiş, ailesi de arkasından hüngür hüngür ağlıyordu. O, bir taraftan kendi azab ve işkencesi içinde kıvrım kıvrım kıvranırken, ruhu bir de arkasından ağlayanlardan ötürü müteessir oluyordu. Daha yeni gitmişti ve henüz arkasında olup biten şeylere muttali olabiliyordu.
Kendisi gibi birine ağlanmayacağına inanıyor, “ağlamayın” diyordu. Fakat arkadakiler ağlıyor, o da bundan acı çekiyordu.

Binaenaleyh kötü gitmiş bir insan, kendi adına yapılan büyük şeylerden dolayı çok rahatsız olur. Arkasından ağlama, bu muameleyi hak etmeyen ölüyü rahatsız edeceği gibi mezarına götürüp mum yakma gibi bir bid’at da -günah olmasının yanında kabrinde yatan ölüye acı verecektir. Mezarlarla ilgili yapılan bir başka uygulama da kabrin üzerine su dökme hususudur. Biraz araştırdığımızda bu uygulamanın arkasında başka şeylerin olduğunu görürüz. Ölüyü gömdükten sonra mezarın üzerindeki toprağın rüzgâra maruz kalarak savrulup gitme ihtimali varsa bunu engellemek için üzerine bolca su dökülür. Bu, bizim memleketimize ait bir âdet değildir; mezarların üzerine su dökmek çöl ve kumun olduğu memleketlere has bir keyfiyettir. Ne Kur’an’da ne de Sünnet’te böyle bir şey yoktur. Toprağın kayıp gitmemesi için dökülen suyu, ciddi bir kaideymiş gibi ele almak, Ebû Hanife’ye, Ashab-ı Kiram’a ve Resul-i Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) iftirada bulunmak demektir ve bir bid’attir.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kayma noktalarından birisinin de büyük zatlar için yapılan türbelerde gerçekleştiğini söyler. Ümmü Seleme validemiz (radıyallahu anhâ), Efendimiz’e, Habeşiştan’dayken gördüğü, Mâriye ismi verilen ve içinde çeşitli resimler bulunan bir kiliseden bahseder. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Sizden evvelki ümmetlerden öyle topluluklar vardır ki, bunlar zarar ve haybetin en büyüğünü yaşadılar. Şöyle ki, içlerinden salih bir kimse öldüğü zaman onun kabri üzerine bir mescit bina eder ve bir kısım resimler yaparak içine koyarlardı. İşte bunlar, Allah nezdinde mahlûkatın en şerlileridir.” buyurur. Çünkü onlar, başta peygamberler olmak üzere salih zatların kabirlerini mescide çevirmişlerdir. Efendimiz vefat etmeden evvel ashabını kemal-i hassasiyetle uyarıyor ve böyle bir yanlışa düşmemeleri
için onları ikaz ediyordu.

Bizler de ölülere ihtiram gösteririz fakat bunu yaparken dinin hudutlarının dışına çıkmayız. En büyük insanın mezarı bile bizim için sadece, Fatiha okunacak, dua edilecek, huzurunda edeple durulacak, Allah’ın nezd-i ulûhiyetinde makbul bir insansa “Yâ Rabbi, bizi bu zâtın şefaatine mazhar eyle!” diye Allah’a dua edilip ayrılınacak yerlerdir. Oralar kesinlikle ibadetgâh yapılamaz. Onları bunun dışında hususi bir muameleye tabi tutmak bid’attır.

İslâm âleminde hicri 5. ve 6. asırlardan sonra bid’atlar çoğalmaya
ve ciddi şekilde hükümferma olmaya başladı. Sonradan gelenler ise bunları ortadan kaldırıp sünneti ihya edeceklerine ifrata karşılık tefrit yaptılar. Ecdada ait mezarları bütünüyle düzledi ve her şeyi yerle bir ettiler. Hatta Ashab-ı Kiram’ın mezarlarına dahi dokundular. Efendimiz’in mübarek dişinin hatırasına
Osmanlılar tarafından inşâ edilmiş Uhud’un eteğindeki türbeye dahi kıydılar. Daha evvelkiler ifrat edip türbeleri putlaştırmış, yeni bir totem devresi başlatmışlardı; bunlar da tefrite girerek Müslümanların ihtiram gösterdiği kimselerin kabirlerini dahi yerle-bir ettiler.

Hâlbuki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Daha evvel size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz.” buyurur. Kabirleri ziyaret etmek insana ahireti ve ölümü hatırlatır. Mü’min, oraya şuurlu bir şekilde gitmeli ve orada ahireti hatırlamalıdır. Ölülere dua okumak ve Allah’tan onları mağfiret etmesini dilemek de mü’minin yapması gereken işlerdendir. Mezarlıklarda dua etmek, Rabbimiz’den mağfiret dilemek sünnet; oralara alabildiğine ihtiram göstermek ve ibadetgâh haline getirmek ise bid’attır. Bu konuda bir mü’minin yapması gereken şey, din adına yapılmak istenen şeyleri Kur’an, Sünnet ve fukahanın kitaplarında görmek, şayet bu kitaplara ulaşamıyor veya kitaplarda meseleyi bulamıyorsa bunları iyi bilen birisini bulup ona danışmak olmalıdır.

Şayet uzun zamandır alışagelinen bir husus varsa, bunun bid’at olduğu öğrenildiği an hemen terk etmek de mü’min ve Müslüman olmanın gereğidir. Bir mü’minin hayatı sünnet yörüngeli olmalıdır. Sünnetten yapacağı her şey, bid’atin vücut bulabileceği delikleri tıkarken; terk edeceği her birşey de bir bid’atın gelişmesine, neşv ü nema bulmasına yol açacaktır. Kısaca, her bid’at bir sünneti götürür; ihya edilen her sünnet de bir bid’atı öldürür.

                               * * *

Editör: EKREM ERDEM