Asgari sınır nedir?

Öğrenciler veya vazife başındaki memurlar, vakit sıkıntısı yaşayan kimselere, abdest alıp namazların sadece farzını kılabileceklerine bir mânâda ruhsat verildiğini anlıyoruz. İşte böyle bir insan, beş vakit namazın sadece farzlarını kılsa abdestle beraber bir saat kâfi gelir. Ancak bu durum, namazın neşvesine erememiş bulunan, ibadet ü taatten haz alamayan, namazsızlığın, insanın içinde meydana getirdiği ızdırabın ne

EKREM ERDEM 15 Mayıs 2020 BLOG

Öğrenciler veya vazife başındaki memurlar, vakit sıkıntısı yaşayan kimselere, abdest alıp namazların sadece farzını kılabileceklerine bir mânâda ruhsat verildiğini anlıyoruz.

İşte böyle bir insan, beş vakit namazın sadece farzlarını kılsa abdestle beraber bir saat kâfi gelir. Ancak bu durum, namazın neşvesine erememiş bulunan, ibadet ü taatten haz alamayan, namazsızlığın, insanın içinde meydana getirdiği ızdırabın ne demek olduğunu bilemeyenler için kolaylaştırıcı mahiyette, dinin “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret ettirmeyin.” emrinin ifadesidir. Sorunun ikinci şıkkında yer alan ifadede ise büyük günahları terk edip farzları yerine getiren insanın kurtulacağı müjdesi verilmektedir. Meseleye ışık tutması açısından Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hâdiseyi misal vermek istiyorum. Bedevînin biri Huzur-u Risalet-penahi’ye gelerek Resûl-i Ekrem’den dini kendisine talim etmesini ister. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona İslâm’ın temel şartlarını öğretir. Bedevî, Allah Resûlü’nün huzurundan ayrılırken “Vallahi, bundan ne az ne de fazla yaparım!” der.

Fahr-i Kâinat Efendimiz ise “Doğru söylüyorsa kurtuldu.” buyurur. Evet, bu hâdiseden de anlaşıldığına göre Allah Resûlü, “Farzları yaparım, başka şey yapmam!” diyen bir insan için “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu.” ifadesini kullanmıştır. Kaldı ki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, insanın kurtuluşu için öncelikle imanı şart koşmuştur. Vâkıa ibadet ü taat çok mühim bir esastır. Bir insanın son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” ise o insan, bu ahd ü peymâna sadakat içinde dünyadaki emanetini tevdi ederse, Allah’ın (celle celâluhu) lütfu ile kurtulur. Biz de ümit ediyoruz ki, öte dünyaya kelime-i tevhide sadakat içinde giden inşâallah kurtuluşa erer. Ancak çok defa kastî olarak ibadet ü taati terk eden bir insanın hesaba çekileceğini de yine hadis-i şerifler ifade etmektedir.

Günümüzde eskiden bu yana anlaşılageldiği şekilde bir takva anlayışını yaşamak çok zordur. Günümüzün gençleri farzları yerine getirip büyük günahlardan kaçınırlarsa takva dairesi içine girer ve Allah’ın lütfu ile – inşâallah– kurtulurlar. Ancak bu meselenin neşvesine az çok eren, iman hakikatlerinin vicdanında bir zevk-i ruhanî hâlinde dalgalandığını hisseden bir insan, âzami derecede takvayı, zühdü, feragati yaşamakla mükelleftir. Yani bu durum, insanların bir bakıma Müslümanlığı yaşama mevzuunda göstermesi gereken asgari gayrete işarettir.

Meselenin azamisi ise şudur: Kişi, farzlarını yapmalı, büyük günahlardan sakınmalı, yer yer küçük günahları işlerse ondan dolayı ızdırap çekip inlemeli, günahta ısrar etmemeli, şüpheli şeylerden dahi sakınmalı ve kendi ruhunda her zaman velâyete götürücü hakikatleri yaşayıp velâyeti temsil etmelidir. Ancak meseleyi halka anlatırken ve meselenin tamamen yabancısı olan kimselerle muhatap olurken mevzuu objektif olarak takdim etme mecburiyetindeyiz. O da Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muallâ mevkiinden gelen, bedevîlere telkin ve talim buyurdukları gibi “Farzları yapıp büyük günahları terk ederseniz, Allah’ın tevfik ve inayetiyle kurtulursunuz.” demektir. Bir süre sonra kişi zaten bu kadarla yetinmemesi gerektiğini anlayacak, kendini daha fazla yapmaya zorlayacaktır. Onun için bir mü’min, beş on seneden beri farzları yerine getirip büyük günahları terk ediyor ve fakat bunların dışında başka bir şey yapmıyorsa, kulluğu adına fazla mesafe katetmemiş sayılır. Yirmi seneden beri namaz kılan bir mü’min, hâlâ gecenin neşvesine erememiş, seherlerdeki tatlılığı duyamamış ve namazını kaçırdığında ellerini dizine vurmuyorsa hâlâ harem dairesine girememiş, sofada dolaşıp duruyor demektir.

Hâsılı, iman ve İslâm hakikatlerine yeni uyanan kişinin hâli başka, ihsan ufkuna ulaşmış kişinin hâli başkadır. İslâm dini her ikisine de hitap eder. En büyük mürşidler ondan istifade ettiği gibi yeni iman etmiş, usul yordam bilmez bir bedevî de ondan istifade eder. “Ben ille de hayatımın sonuna kadar bedevîlikte ısrar ediyorum.” diyecek kimseye ise söyleyecek sözümüz yoktur.

* * *
Editör: EKREM ERDEM