Almancanın ‘Türk’leri

Almanya’nın Türkleri olur da Almancanın ‘Türk’leri olmaz mı? Heterojen yapıya sahip her toplumda yaşayan farklı kültürlerden insanlar arasında kültürel alışveriş kaçınılmazdır. Kültürün en önemli ögesi olan dil de bu mübadeleden nasibini alır. Türklerin, misafir işçi statüsünden çok daha önce 17. yüzyılda geldikleri bu topraklarda Almancaya kazandırdıkları kelimeler vardır. Tıpkı Almanların tarih boyunca gittikleri ülkelerde ‘Kindergarten’,

SAİD GÜL 12 Kasım 2017 BLOG

Almanya’nın Türkleri olur da Almancanın ‘Türk’leri olmaz mı? Heterojen yapıya sahip her toplumda yaşayan farklı kültürlerden insanlar arasında kültürel alışveriş kaçınılmazdır. Kültürün en önemli ögesi olan dil de bu mübadeleden nasibini alır.

Türklerin, misafir işçi statüsünden çok daha önce 17. yüzyılda geldikleri bu topraklarda Almancaya kazandırdıkları kelimeler vardır. Tıpkı Almanların tarih boyunca gittikleri ülkelerde ‘Kindergarten’, ‘Gesundheit’, ‘Strudel’ veya ‘Kohlrabi’ gibi yüzlerce kelimeyi birçok dünya diline kazandırdıkları gibi.

Hatta yerken Almanca mı olduğunu düşünmediğimiz ‘şinitzel’, acımsı çikolata ‘bitter’, ‘aysberg’, av tüfeği ‘filinta (Flinte’den gelir) ve para birimi kuruş (Groschen) bile tabiri yerindeyse ‘Made in Germany’ kelimelerdir.

İhraç ettikleri sanayi ürünleriyle birlikte Almanlar, o sahanın terminolojisini de beraberinde ihraç etmişler.

Örneğin dünya ülkelerini araba markalarıyla donatırken dünya dillerini de ‘Autobahn’ gibi kelimelerle zenginleştirmiş adamlar. Japonların part time iş için kullandıkları ‘arubaito’ sözcüğünün Almanca ‘Arbeit’ kelimesinden geldiğini duymak bile şaşırtıyor insanı.

Kelime ihraç etmekte Türklere de diyecek yok. Çoğunuzun bildiği ‘Joghurt’, ‘Kiosk (köşkten bozma)’, ‘Diwan’, ‘Schal (dervişlerin giydiği keçi yününden örtü) Türkçe’den alınan kelimelerdir. Hatta Almanya’daki Türklerin adını dokuza çıkarıp sekize indirmeyen bir kelime vardır Almanca’da. O da ‘getürkt’ kelimesi.

Okuyucularımızın mutlaka bildiğini düşündüğüm kelimenin ardına düştüm. Gördüm ki kabahat hiç de bizim değilmiş.

Bir işi kuralına göre yapmayıp kaide dışı yapılan işlere Almanlar ‘getürkt’ derler. Yani hileye başvurmak. Oysa dünyaya medeniyet öğreten bir millet nasıl oluyor da hileyle anılabiliyor? Kelimenin tarihçesini araştırınca çok ilginç bir olay çıktı karşıma.

Avrupa milletlerinde bir dönem Osmanlı hayranlığı başlamıştı. Özellikle 18. yüzyıl bu milletlerin neredeyse herşeyimize hayranlık duyduğunu biliriz. O yüzden evlerinin bir köşesini ‘Türk köşesi’ ilan edenlerin, Osmanlı topraklarından altın kaplamalı, arabesk işlemeli vazo ve sair ev eşyaları getirip onlarla evini süsleyenlerin sayısı hiç de azımsanacak kadar değildi.

Hatta Avrupa’nın müzik dahisi Mozart’ın Osmanlı askerlerinden esinlenerek bestelediği ‘Türk Marşı’ adlı parçayı ta okul yıllarımda öğrenmiş ve piyanoda çalmıştım.

Bu hayranlığın bir ürünü olarak Avusturyalı mimar ve mucit Wolfgang von Kempelen adlı zat 1770’li yıllarda bir makine geliştirir. Makinenin üzerine de Osmanlı kıyafeti giymiş bir bebek yerleştirir.

Bugün bilgisayara karşı satranç oynandığı gibi o dönem de von Kempelen bir satranç makinesi yapar. Adına da ‘Schachtürke’ adını verir. Makine bütün rakiplerini yener.

Von Kempelen kraliçe tarafından taltif edilir. Gel gör ki, makinenin tüm rakiplerini yenmesi Osmanlı’nın gücünden değildir. Avusturyalı mucit makinenin içine çok iyi satranç oynayan bir usta yerleştirir.

O da oyun tahtasını görecek ve bir mekanizmayla oyuna müdahale edecek şekilde oyuna dahil olur. Von Kempelen’in foyası meydana çıkınca kabak sadece onun değil, Türklerin de başına patlar. O günden sonra hile yapmanın adı ‘getürkt’ olur.

Bir de ‘Türk yapmak’ vardır. Almanların ‘einen Türken bauen’ deyimi yani. Onun hikayesi de ilginçtir. 1895 senesinde Kaiser-Wilhelm-Kanalı’nın (bugünkü adıyla Nord-Ostsee-Kanal) açılışı yapılır.

Açılışta çok sayıda ülkenin gemileri bayraklarıyla resmi geçit yapar. Hangi ülkenin gemisi geçiş yapıyorsa, o ülkenin milli marşı çalınır. Osmanlı gemilerinin geçiş yaptığı sırada programın fonetiğinden sorumlu orkestra şefi bakar ki Osmanlı’nın bestelenmiş bir marşı yoktur.

Nezaketen ‘Guter Mond, du gehst so stille’ (Güzel hilal, sessizce gidersin) adlı bir besteyi irticalen çaldırır ve vaziyeti kurtarır. O günden sonra ‘olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek göz boyamaya Almanlar ‘einen Türken bauen’ deyimini kullanırlar. Hatta bazı kaynaklar bu deyimin yukarıda adı geçen satranç makinesi hikayesinden geldiğini söylerler.

Öyle ya da böyle. İster Türkler tarafından, isterse adımızı karalama maksadıyla başkaları tarafından olsun, Alman diline çok şey kazandırmışız. Tıpkı patlıcanın ve kabağın nasıl yendiğini öğrettiğimiz gibi.