Yanlış entegrasyon politikasına yeterince muhalefet edemedik, buradan Türkiye‘yi kurtarmaya çalıştık

DUİSBURG –Mevlüt Asar, kendisini Türkiye kökenli sol gelenekten eğitimci ve yazar olarak tanıtıyor. 1951 yılında Konya’nın Beyşehir İlçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1974’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1977 sonunda Federal Almanya’ya geldi. 1980 yılında, Duisburg’da öğretmen olarak göreve başladı. Öğretmenliğin yanı sıra göçmen çocuk ve gençlerinin eğitim ve öğretimi konusunda

PANORAMA - NEWS 19 Mart 2017

DUİSBURG –Mevlüt Asar, kendisini Türkiye kökenli sol gelenekten eğitimci ve yazar olarak tanıtıyor. 1951 yılında Konya’nın Beyşehir İlçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1974’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1977 sonunda Federal Almanya’ya geldi.

1980 yılında, Duisburg’da öğretmen olarak göreve başladı. Öğretmenliğin yanı sıra göçmen çocuk ve gençlerinin eğitim ve öğretimi konusunda hizmeti veren RAA adlı kuruluşta danışman olarak çalışarak, 2010 yılında emekli oldu.

Alman Eğitim ve Bilim Sendikası ve Türk öğretmen dernekleri bünyesinde aktif görevler aldı. Fakir Baykurt’un ölümünden sonra, onun kurduğu Duisburg Edebiyat Kahvesi’nin ve Kalem adlı öğrenci dergisinin yönetimini üstlendi.

Evli ve iki çocuk babası olan Mevlüt Asar, yaşamı Duisburg ve Ayvalık’ta sürdürüyor. ‘Geri dönüp baktığımda, hayıflandığım, keşke dediğim en önemli şey, aydın, eğitimci ve yazar olarak Türkiyeli göçmenlerle yeteri kadar güçlü bir bağ kuramayışımızdır‘ diye dert yanıyor.

Mevlüt Asar Kimdir? Kendiniz bize tanıtır mısınız?

İnsanın en zor yapabildiği şeylerden birisi kendini tanıtması, kendini anlatmasıdır. Yine de deneyelim: 1951 yılında Konya’nın Beyşehir ilçesinin bir köyünde doğdum. Ben 6 yaşında iken ailece toprak yetmezliği, yoksulluk nedeniyle, Ankara’ya göçtük. Bütün çocukluğum, gençliğim, dolayısıyla okul hayatım Ankara’da geçti.

1970 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmeden önce devrimci dünya görüşü ile tanıştım. Fakülteye başlar başlamaz Dev-Genç ve öğrenci derneği üyesi oldum, kendimi devrimci sol öğrenci hareketinin içinde bulundum. Tutuklandım, işkence gördüm, hapis yattım…

Kıbrıs’ta Yedek Subay olarak askerlik görevi yaptıktan sonra, Turist pasaportu ile Almanya’ya geldim. Burada kendime sıfırdan başlayarak yeni bir hayat kurdum. Eğitimci, sendikacı, yabancılar meclisi üyesi olarak çalıştım. Okudum, yazdım, çeviri yaptım, kitap yayınladım. Kısacası, kendimi Türkiye kökenli sol gelenekten bir eğitimci ve yazar olarak tanıtabilirim…

Almanya'da kalmaya karar verince, önce Almanca öğrenmeye ağırlık verdim. Bir süre hiçbir şey yazamadım. Almancayı öğrendikten sonra “suskunluk dönemi” bitti ve Fakir Baykurt'un da katkısıyla yeniden yazmaya başladım.

12 Mart askeri darbesini yaşadım. İki defa tutuklandım, bir kez gözaltına alındım. İşkenceyi, Mamak’ı tanıdım, aylarca cezaevinde kaldım. Yaşadığım o dönem, benim hem yaşamımı hem de dünya görüşümü çok etkileyen dönem oldu

Hayatınızda iki dönem var: Almanya ve Türkiye. Bize Türkiye dönemine ilişkin neler söylersiniz?

 Türkiye’deki dönem tabii hayatım en hızlı en renkli dönemdi. Başta da söylediğim gibi köyden şehre göç, yeni bir hayatın başlaması ve ailenin ilk üniversiteye giden, üniversite bitiren hatta kendi sülalem içinde tek olmam. Okuduğum, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Türkiye’nin sayılı okullarından olması ve çok değerli hocalarımın olması, benim hayatımı çok etkiledi.

Üniversite yıllarım, o zaman yükselen gençlik hareketlerine, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar dönemine denk geldi. O öğrenci hareketlerin içerisinde buldum kendimi ben. 12 Mart askeri darbesini yaşadım. İki defa tutuklandım, bir kez gözaltına alındım. İşkenceyi, Mamak’ı tanıdım, aylarca cezaevinde kaldım. Yaşadığım o dönem, benim hem yaşamımı hem de dünya görüşümü çok etkileyen dönem oldu.

Kısa süren memurluk dönemi hayatımda fazla bir rol oynamadı. Savaş sonrası koşullarında Kıbrıs’ta yedek subaylık yaptım. O da hayatımda ayrı bir sayfa. Fakat asıl, beni ben yapan, eğitimci, yazar, şair kimliğime katkı sunan hayatımın Almanya’da geçen ikinci dönemidir.

1971 Askeri darbesi yaşamınızı nasıl etkiledi?

Hayat aslında inanılmaz tesadüflerle dolu. İnsanın bilemediği belirleyemediği bir takım şeyler hayatını etkiliyor. Demin bahsettim,  1971 darbesi benim öğrenciliğim döneminde oldu. İlk tutuklanmam 1971 yılının Mayıs’ına denk geldi. İlk göz altına alınmam, başbakan Nihat Erim’in “balyoz harekatı”  dediği aydınların, öğretim üyelerin, yazarların tutuklandığı bir zaman kesitine denk geldi.

Daha sonra tutuklanıp Mamak’a gönderildiğimde bir çok önemli ve değerli insanı tanımak, onlarla birlikte aynı mekanı paylaşmak imkanı doğdu. Türkiye’nin en aydın, en entelektüel insanlarıyla birlikte oldum. Onları tanımak şansına eriştim. Üniversitedeki hocalarım Mümtaz Sosyal, Muammer Aksoy, Adam Şenel, bunlar benim için çok örnek insanlardı o zamanlar.

Fakat ikinci tutuklanmam 1973’te olan ve daha uzun süren tutuklanma benim aynı zamanda kendimi keşfetmem yani yazarlık yönümü, şairlik yönümü,  düşünürlük yönümü keşfettiğim bir dönem oldu. Derler ya hapishaneler, Türkiye’de üniversitelerdir. Orada yaşadıklarım gördüklerim benim kişiliğimin oluşmasında, sonraki hayata bakışımda, bugün yazdığım kitaplarda çok önemli yeri oldu.

Yurt dışına çıkışınız ve Almanya’yı yurt tutmanız nasıl oldu?

Yurt dışına çıkışım aslında çokta planlanmış hesaplanmış bir şey değildi. Eşimin babası o zamanlar Almanya’da Eğitim Ataşesi idi.  Ben askerden döndükten sonra eşimle hem onları ziyaret etmek hem de Avrupa’yı görüp gezmek için buraya geldik. Fakat beklenmedik bazı olaylar, ailevi sebepler dönmemizi geciktirdi.  Ben de zamanı değerlendirmek ve doktora yapma imkanını araştırmak için Köln Üniversitesi’ne kayıt oldum.

Kısa zamanda Almancayı öğrendim. Bir yandan da Türkiye’deki iş imkanlarını takip ediyor,  mesleki sınavlara hazırlanıyordum.

Sınavlar için Ankara’ya gittiğimde siyasi durumun çok kritik olduğunu fark ederek Almanya’ya geri döndüm. Nitekim arkasından 12 Eylül darbesi geldi. Darbe olunca, daha önceki darbede fişlenmiş olan arkadaşlar bir sürü zorluklar, kovuşturmalar yaşadı, hatta bir kısmı tekrar hapse girdi. Epey bir düşünüp taşınmadan sonra, bana çok zor gelse de Almanya’da kalmaya karar verdim.

Almanya’da kalmaya karar verince, kendime iş aramaya başladım. Önce bir süre Düsseldorf Konsolosluğunda bir yıl kadar sözleşmeli memur olarak çalıştım. 1980 yılında, Duisburg eğitim müdürlüğünden, eğitim alanında görevlendirilmek üzere teklif aldım ve Duisbug’da çalışmaya başladım.

Okudum, yazdım, çeviri yaptım, kitap yayınladım. Kısacası, kendimi Türkiye kökenli sol gelenekten bir eğitimci ve yazar olarak tanıtabilirim…

İlk yazın çalışmalarınız ne zaman ve hangi türle  başladı ve nasıl sürdü?

 Orta okul ve lise sırasında okul gazetesi için yazdıklarımı saymazsak, ilk yazın çalışmalarımı ve denemelerimi Türkiye’de hapishane döneminde yaptım. Denemeler, şiirler yazdım. Yazma işini az da olsa, hapisten çıktıktan sonra ve askerlik görevi sırasında da sürdürdüm. Ancak bu dönemde yazdıklarımın çoğu çekmecemde kaldı.

Almanya’da kalmaya karar verince, önce Almanca öğrenmeye ağırlık verdim. Bir süre hiçbir şey yazamadım. Almancayı öğrendikten sonra “suskunluk dönemi” bitti ve Fakir Baykurt’un da katkısıyla yeniden yazmaya başladım.

Fakir Baykurt’la ilk kez, 1971 yılında tutuklandığımda Mamak askeri cezaevinde tanışmıştım. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Başkanı olarak tutuklanmıştı. Onunla Almanya’da, “sürgün”de tekrar karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Onun da Duisburg’da yaşadığını ve eğitim alanında çalıştığını biliyordum. Kendisini arayıp buldum. Fakir Baykurt’la yolumun ikinci defa kesişmesi, beni edebiyatla daha yoğun bir şekilde ilgilenmeye teşvik etti.

Çoğu yazar gibi ben de yazmaya şiirle başladım. Şiir kolay görünen, herkesin yazarım sandığı fakat çok zor ve en eski edebi türüdür. Kutsal kitaplar da şiir dilinde yazılmıştır. Ancak ben, son yıllarda anlatmak istediklerimi şiirle anlatamayacağımı fark ettiğimden,  giderek öyküye hatta romana doğru yöneldim.

İlk Roman denememe bu yaz Ayvalık’ta başladım, fakat buraya dönerken bilgisayarım çalındı. Yazdıklarımı da yedeklemediğim için moralim bozuldu. Belki biraz zaman alacak ama, yeniden yazmayı sürdüreceğim. Bu dünyadan gitmeden geride bir de roman bırakayım istiyorum…

İlk kitabınızı ne zaman ve nasıl yayınlandı?

80’li yılların başında  Fakir Baykurt’un öncülüğünde kurulmuş olan “Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu “na, onun isteği üzerine ben de katıldım. 10-15 kişiden oluşan bu grup, senede iki defa Alman Sendikalar Birliği ile Arbeiter Wolfahrt’ın desteğiyle yılda iki kez hafta sonu seminerleri şeklinde toplanıyorduk. Bu seminerlerde aramızda hem fikir alış verişi yapıyor hem de ortak projeler gerçekleştiriyorduk.

Ayrıca, Türkiye’den gelen ve Sovyetler Birliği’nden gelen ya da Alman Yazarlar Sendikası’ndan yazarlarla bir araya geliyorduk. Bu buluşmalarda, arkadaşlar yazdıklarını, çıkacak kitaplarını da paylaşıyor, tanıtıyorlardı. O toplantılardan birinde ben de şiir dosyamı paylaştım. Fakir ağabey, şiirleri dinleyince, “Bunlar dosyada kalacak şiirler değil, mutlaka kitaplaşmalı…” diyerek beni cesaretlendirdi.

Zaten bu arada bazı gazete ve dergilerde benim şiirlerim yayınlanmaya da başlamıştı. İlk şiir kitabım, Türkçe ve Almanca olarak, “Gurbet İkilemi / Dilemma der Fremde” adıyla, öğretmen ağabeyimiz Hüseyin Çölgeçen’in yönettiği “Ortadoğu Verlag” tarafından Oberhausen’da 1986 yılında basıldı….

Fakir Baykurt 1999 yılında Essen Üniversitesi Kliniğinde Pankreas kanserine yenik düşene değin onunla birlikte çalışmalar yaptınız. Bunlardan biri de, daha sonra “Fakir Baykurt Edebiyat İşliği” adını alan Duisburg Edebiyat Kahvesi idi. Bu oluşumun çalışmalarından bahseder misiniz?

Duisburg Edebiyat Kahvesi  Fakir Baykurt’la, öğretmen Hüseyin Tercan’ın girişimiyle 1992 yılında kuruldu. Halk Yüksek Okulu’nun (VHS) çatısı altında oluşmuş bir “çalışma grubu” idi. Başlangıçta edebiyat ve önemli edebi yapıtlar üzerine sohbetler yapılıyordu. Sonra oraya katılanlar, kendileri şiir, öykü yazmaya başladılar.

Daha sonra  “Ren’e Akan Şiirler” adını verdikleri ortak şiir kitabını çıkardılar. Ardından, benim de şiirlerimle katıldığım ikinci kitap “Aydınlığa Akan Şiirler” yayınlandı.

Fakir Baykurt’u 1999’da kaybedince, Kemal Yalçın, İlhan Atasoy, Binali Bozkurt… gibi üye arkadaşlar Edebiyat Kahvesi’ni benim yönetmemi önerdiler. Ben, 2000 yılında üstlendiğim bu görevi 2012 yılına kadar aralıksız olarak sürdürdüm. Duisburg Belediyesi’den destek istedim. Polmann semtinde bize bir mekan verdiler.

Fakir Baykurt’un Duisburg’ta bıraktıkları, hem göç tarihi hem de buradaki kültürel altyapı için çok önemlidir. Bu nedenle onun bize bıraktığı “miras”a elimden geldiğince sahip çıkmaya çalıştım. Vefatından sonra Edebiyat Kahvesi’nin yanında, onun öğrenciler için hayata geçirdiği  “KALEM “ dergisinin yayın yönetimini üstlenerek sürdürdüm…

Fakir Baykurt ve Almanya’da yazdıkları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Fakir Baykurt aslında çok önemli bir yazar. 1950 yıllarında yani onun yazmaya başladığı yıllarda Türkiye kırsal, feodal bir toplum yapısına sahip. Feodalite sadece doğuda yok, batıda da var. Bu feodaliteyle hesaplaşan Köy Edebiyatı adı verilen edebiyatçıların neredeyse tamamı Köy Enstitüleri’nde okumuş yoksul aile çocukları: Mahmut Makal, Dursun Akçam, Mehmet Başaran, Talip Apaydın…

Bunların içinde en bilinçli olan, ünlenen Fakir Baykurt olmuştur. Köyden çıkmış, köy ve köylünün sorunlarını ilerici, devrimci bir yaklaşımla romanlaştıran yazarlardan biridir. Ses getiren çok okunan romanlar yazmıştır. İlk romanı olan Yılanların Öcü’nün iki kez filmi çekilmiş, yenilerde dizisi yapılmıştır.

Fakir Baykurt, eserleri birçok dile çevrilmiş önemli bir yazar olmasının yanında, Almanya’ya olan işçi göçünün de önemini ilk kavrayan yazarlardan biridir. Bu göçü hiçbir yazar Fakir Baykurt kadar yakından ve ilgiyle gözlemlemedi. Bu gözlemlerine dayanarak Duisburg Üçlemesi dediğimiz üç roman yazdı.  Bunlar, göçün insanımıza etkilerini ve nereye doğru gideceğini gösteren hem edebi hem de sosyolojik değeri yüksek romanlar.

Almanya ve ‘Göç’ü konu alan İlk şiir kitabı «Gurbet ikilemi» Türkçe ve Almanca olarak, 1986`da Ortadoğu yayınevinden çıktı.

Fakir Baykurt’un sadece köyün, köylünün yazarı değil, aynı zamanda Almanya göçünün yazarı olarak ta görmek gerekir. Almanya göçü ve bu göçün insanlara etkisini anlamak için, onun öykülerini, Duisburg Üçlemesini okumak şart.

Fakir Baykurt sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir eğitimci, bir aydınlatıcı idi.  Almanya’da gitmediği, dolaşmadığı yer kalmadı. Buradaki insanlarımızın kendi kimliklerini bularak, örgütlenmelerine katkı sağladı. Alman edebiyatçılarla, Alman halkıyla,  Alman kültürü ile diyalog içerisine girdi.  Buradaki göçmenlerin demokratlaşması, Almanlarla kaynaşması için çaba harcadı.

Çok sayıda Türkiyeli göçmenin de yaşadığı Duisburg’a aktif bir eğitimci ve yazar olarak çok emek verdiniz. Geriye dönüp baktığınızda “keşke…”  dediğiniz bir şey var mı?

Geri dönüp baktığımda, hayıflandığım, keşke dediğim en önemli şey, aydın olarak, eğitimci ve yazar olarak Türkiyeli göçmenlerle yeteri kadar güçlü bir bağ kuramayışımızdır. Siyasi olarak insanları daha çok Türkiye ilgilenmeye yönlendirdik, Almanların yanlış entegrasyon politikasına yeterince muhalefet edemedik.

Solcu kesim olarak buradan Türkiye‘yi kurtarmaya çalıştık. Bu boşluktan yararlanan sağcı kesim, İslami kesim buradaki insanları ele geçirdi. Bizim onlarla bağımız koptu. Kala kala Aleviler kaldı, Kürtler kaldı. Almanya’daki olanakları Türkiye’nin dönüşümü-değişimi için siyasal anlamda, ekonomik anlamda kullanamadık. Bunu sağ görüşte olan örgütler çok iyi kullandı.

Bu eksikliği/yanlışlığı sezen ilk kişilerden biri ben oldum. Göçmen örgütlerinin, buraya yönelik, buradaki insanların sorunlarına yönelik çalışmalar yapmaları gerektiğini, ancak burada ayağımızı sağlam basarsak Türkiye’ye yararımız olacağını anlatmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Bu konuda geç kaldık, yeteri kadar çalışma yapamadık.

Hem siyasi, hem de kültürel olarak bunun eksikliğini duyuyorum, olumsuz sonuçlarına üzülüyorum. Maalesef bunu hala göremeyen, yanlışı sürdüren örgütler, dernekler var. Türkiye’den sanatçı, edebiyatçı getirerek, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyorlar. Oysa Almanya’da geçen yarım asırdan sonra bizim buradan oraya, sanatçı, bilim adamı, yazar göndermemiz gerekiyordu…